İnsanın insana yaptığı zalimliğin belgelenmesi, tarihin kendisi kadar eskiye dayanır. Yine de tüm bu belgeler dünyayı, Holocaust'un (Yahudi soykırımı) zalimliklerine, insana hâlâ ürküntü veren o korkunç olaylar dizisine hazırlayamamıştır. Zamanın, hatıraları ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar bir şekilde sildiğinin bilincinde olan sinemacı Alain Resnais (daha sonra Hiroshima, mon amour-Hiroşima Sevgilim ve L'Année dernière Marienbad-Geçen yıl Marienbad'da gibi filmlerle yönetmen olarak daha da büyük bir ün kazanır), Nazi zulmünü filme almaya karar verdi; hem bu zulüm gelecek kuşaklara aktarılabilsin hem de birbirimize neler yapabildiğimizi hatırlatan kalıcı bir yapıt olsun diye. 2. Dünya Savaşı'nın izleri, özellikle Avrupa'da, hâlâ tazeyken soykırımı tam anlamıyla ifade edebilen ilk film olan Gece ve Sis, toplama kamplarının ve bu kampların kurbanlarının siyah-beyaz arşiv görüntülerini, binaların ve mekanların on yıl sonraki hallerini gösteren pastoral renklerdeki görüntülerle arka arkaya sıralar. Üçüncü Reich'in çöküşünden on yıl sonra bile varlığını sürdüren kuşkuculuk ve yadsımanın altında yatanları açığa çıkaran Resnais, Fransa, Belçika ve Polonya'dan görüntüler kullanmasına karşın dikkat çekici bir biçimde Almanya'dan görüntü kullanmaz. İzleyiciye, ölüm kamplarıyla bağlantısı olan insanların kendi işledikleri suçlarla nasıl başa çıkacaklarını bilmediklerini ya da bilmek istemediklerini gösterir.

Yadsıma, Gece ve Sis'in itici gücüdür. Resnais, buldozerlerle toplu mezarlara taşınan ölülerin, dikenli tellere asılı cesetlerin, korkuyla donup kalmış bir deri bir kemik suratların, aşağılanmak amacıyla geçit yaptırılan iskelet gibi çıplak bedenlerin; ve kim bilir neleri, kim bilir nereye taşıyan meçhul tren ve kamyonların görüntülerini filme dâhil eder. Gaz odalarının ve krematoryumların yanı sıra Nazilerin, eşyaları, kemikleri, derileri ve kurbanlarının vücutlarını işlevsel hale getirmek yönündeki tüyler ürpertici girişimlerini de belgeler.

Resnais, kendi çektiği görüntülerde bu ölüm kamplarının ırak ve ücra bölgelerde değil, büyük şehirlerin yakınlarında bulunduğunu belirterek, olup biten her şeyin en azından belirli bir ölçüde sivillerin bir kısmının suç ortaklığıyla gerçekleştiğini ima eder. Bununla beraber kamplardan sorumlu olan Naziler bile suçlanmayı reddederler. Hepsi de ardı ardına "Ben sorumlu değilim," diye iddia eder. Peki onlar değilse, diye sorar film, kim sorumlu o zaman?

Gece ve Sis, belirli kişileri suçlu olarak öne çıkarmak yerine ortak bir suçun varlığını ortaya koymaya çalışır. Resnais, hafızanın kolay unutan doğasının savaştan bu kadar kısa süre sonra bile, Nazi dehşetini silme riski taşıdığını fark eder. Anlatıcı, "Bir krematoryum, kartpostal kadar sevimli görünebilir," yorumunda bulunur. "Bugün turistler bu binaların önünde fotoğraf çektiriyor." Soykırımdan canlı kurtulmayı başaran Jean Cayrol'un yazdığı metinlerden yola çıkan ve Hanns Eisler'ın (Hollywood'un komünistleri tasfiyesi sırasında Amerika'dan sınır dışı edilen bir Marksist ve Alman sığınmacı) garip, inişli çıkışlı müziğinden faydalanan Resnais, arka arkaya yığılmış ölüm ve dehşet görüntülerinin, bir daha böylesi zulümlere sırt çevirmeye yeltenebilecek herkese, hata yapacaklarını gösteren canlı birer kanıt olarak işlev görmesini sağlar. Eğer kısa ama etkili Gece ve Sis, sonuçta bir kartpostalın özlü üslubuyla benzerlik taşıyorsa, bunun sonsuza dek geçerli bir mesaj taşıyan bir kartpostal olduğu; kötülüğün daima yeniden su yüzüne çıkabileceği unutulmamalı.


Bizi bir tanrının yaratıp yaratmadığını belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Sadece içimizden birileri tanrının varlığına, birileri de yokluğuna inanacak. Ama kesin olan bir şey var ki, içimizden birileri tarih boyunca pek çok tanrı yaratmıştır. Öyle kalabalık bir tanrı topluluğu var ki, içlerinden biri gerçek olsaydı bile, bizim tüm insanlık olarak ona isabet etmemiz, bir loto çekilişindeki kadar düşük bir olasılık olurdu herhalde. Peki 21. yüzyıl insanları olarak bizler yeni bir tanrı profili çizseydik, onu nasıl çizerdik? Hepimiz tek bir tanrı imajı yaratma konusunda uzlaşsaydık bile, aynı tanrıyı 7 milyar insanın 7 milyar farklı şekilde betimlemesi şaşırtıcı olur muydu? Kimimiz tanrının adilliğine vurgu yapardık, hatta adil olmak zorunda bırakırdık onu, ama elbette kendi anladığımız adillikle. Doyumsuz doğası öne çıkmış kimileriyse tanrıyı cömert bir varlık olarak hayal edebilirdi. Onlara canlarının istediği her şeyi bağışlamak zorunda olan bir tanrı profili çizerlerdi. Kimileri sevgi ve şefkat ışığı, kimileri hükümran ve korkutucu, kimileri gizemli, kimileriyse arkadaş gibi aramıza katılan bir tanrı betimlemesi yapabilirdi.

Hiç kendi eliniz tarafından sille tokat saldırıya uğradığınız oldu mu? Veya bir markete gittiniz, ürün rafları arasında gezinirken satın almak istediğiniz bir şeyi gördünüz. Sağ taraftaki rafa dönmek istiyorsunuz ama bacaklarınızdan biri, iradeniz dışında, sizi sola dönmeye zorluyor. Sonra, bir o tarafa bir bu tarafa, kendi etrafınızda daireler çiziyorsunuz.

Yazımıza, biraz daha eskilerden başlayarak devam edelim.

Bundan elli yıl kadar evvel, yaşlı bir kadın doktoruna gider. Kadın, normal görünümlü, akıcı konuşan bir kişidir. Sadece, onu, doktoruna götüren şikâyeti biraz gariptir. Kadın, doktora, zaman zaman sol elinin, kendi boğazına sarılarak kendisini boğmak istediğini, sağ eli ile de sol elini boğazından çekmek için mücadele ettiğini anlatır. Doktor, kadının psikolojik bir hastalığı olduğunu düşünerek onu psikiyatristlere yönlendirir. Psikiyatristler kadını histerik olarak tanımlayarak evine gönderirler. Kadın çaresizdir. Ta ki, ünlü Doktor Goldstein’e rastlayıncaya kadar. Goldstein, kadının histerik olmadığına karar verir. Kadının içinde bulunduğu durum başka bir nedenden kaynaklanmaktadır.

İsterseniz bu olayın nedenini tekrar günümüze gelerek, güncel olaylar ve bilgiler çerçevesinde anlamaya çalışalım.

BEYNİMİZDE NELER OLUYOR?
New Jersey’de yaşayan 55 yaşındaki Karen Byrne’nin başına gelen de tam olarak buydu. Karen Byrne’nin mustarip olduğu hastalığın adı; Yabancı El Sendromu (Alien Hand Syndrome).

Yazımızın başındaki yaşlı kadın gibi, Karen’in sol eli ve zaman zaman da sol ayağı, kendi kontrolünün dışında sanki yabancı bir bilinç tarafından yönetiliyor gibiydi.

Karen’in bu hastalığı, 10 yasından beri çektiği epilepsiden (sara hastalığı) kurtulmak için 27 yaşındayken geçirdiği ameliyatla başladı.

Ameliyat, epilepsiden kurtulmak için kaçak elektrik sinyallerini gidermek üzere beynin küçük bir bölümünü kesmek şeklinde tanımlanabilir.

Epilepsi için yapılan ilaç tedavileri sonuç vermez veya beyinde, epilepsiye neden olan hasarlı alan tam olarak tanımlanamazsa bu durumda yukarıda ifade edilen radikal çözüme gidilir. Beyin ameliyatı.

Karen’i epilepsiden kurtarmak için yapılacak yegâne iş; corpus callosum adı verilen kısmı ameliyatla kesmektir. Corpus callosum denen yer, beynimizin iki yarım küresini birbirine bağlayan, yarıküreler arasında bilgi alışverişini sağlayan ve milyonlarca sinir liflerinden oluşan bir banttır. (İçinden milyonlarca tel geçen kalın bir kablo gibi). Corpus Callosum, beynimizin her bir yarıküresinde olanları diğerine aktarır. Böylece beyin bir bütün olarak çalışır. Eğer bu bağlantı ameliyatla kesilirse, beynin her bir yarıküresinin birbirinden habersiz kalma durumu oluşur ve ilginç durumlar ortaya çıkar. Nörobiyolog Roger Sperry’nin ayrık beyin üzerindeki çalışmaları için Beynimiz ve Biz -3 (Ayrık Beyin ve Bilinç) makalesine bakılabilir.


Corpus callosumun kesilmesi ile Karen’in epilepsisi geçti. Karen, ameliyat sonrası her şeyin iyi göründüğünü söyledi. Fakat bu defa da ameliyatı takip eden haftalarda başka bir problem var gibiydi. Doktorlar, Karen’de garip davranışlar görmeye başladılar. Doktor O’Connor, muayenelerden biri esansında bir ara Karen’e dönüp, “Karen, ne yapıyorsun? Elinle, bluzunun düğmelerini açtığının farkında mısın?” diye sordu. Doktor uyarana kadar Karen, sol eliyle bluzunun düğmelerini açtığının farkında bile değildi. Karen, sağ eliyle bluzunun düğmelerini tekrar iliklemeye başladı. O anda durdu, sol eli yine iliklediği düğmeleri açmaya başladı. Bu durum karşısında, doktor, hemen ilk yardım çağrı düğmesine basarak, diğer doktorlardan birine, “Mike, hemen buraya gel, bir problemimiz var” dedi.

KONTROL DIŞI
Bütün bunlar, Karen’in epilepsiden kurtulmak için yapılan ameliyattan sonra başına gelmişti.

Karen şöyle anlatıyor. “Bir sigara yakıyorum, kül tablasına koyuyorum, sonra sol elim sigaraya uzanıp onu söndürüyor. Zaman içinde, çantamdan da bir şeylerin eksildiğini gördüm; önceleri, çantamdaki eşyaları kaybettiğimi sandım. Ta ki ne olduğunu anlayana kadar.”

Karen’in problemi, kendi kafasının içindeki mücadeleden kaynaklanıyordu.

Normal bir beyinde iki beyin yarıküresi vardır ve bunlar corpus callosum aracılığı ile haberleşirler. Beynimizin sol yarıküresi, sağ bacağımız ve sağ kolumuzu ve konuşma becerimizi kontrol ederken, sağ yarıküre ise sol bacağımız ve sol kolumuzu kontrol eder. Genelde, analitik olan sol yarıkürenin aldığı kararlar sağ yarıküreye göre daha baskındır. Hatta zaman zaman, sağ yarıkürenin hırçın davranışlarını sol yarıküre frenler. Yapacağımız işlerde daha çok son sözü burası söyler. Onun içindir ki, sol yarıküresinde hasar olanlar, sağ yarıkürenin idaresi altında kaldıklarından daha depresif olurken, sağ yarıkürede hasar olup da sol yarıkürenin denetimi altında olanlar daha sakin, neşeli ve hatta umursamazdırlar.

Yarıkürelerin baskınlığı konusundaki keşif çalışmaları; epilepsiden kurtulma çaresini, iki yarıküreyi, corpus callosumu keserek karar verdikleri 1940’lara kadar gider. Ameliyat sonrası, hastalar iyi görünüyorlar ama bir müddet sonra psikolojik istem dışı davranış tekrarları ortaya çıkıyordu. Ortaya çıkan davranışlar şaşırtıcıydı. Beyin yarıküreleri ameliyatla ayrılmış kişilerde, her bir yarıküre, sanki ayrı ve özgür bir bilince sahipmiş gibi görünüyordu.

Video, epilepsiden kurtulmak için yapılan ameliyat sonrası (corpus callosumun kesilmesi), Karen Byrne’daki yabancı el sendromuna ait görüntüleri içermektedir.


Yabancı el sendromlu hastalarda, iki el birbiriyle çelişir. Bir el, kurabiye alıp ağzına götürmek isterken, diğer el kurabiye yemeyi engellemek için öteki elin bileğinden tutar. Bir el, fermuarı aşağı indirip açmak isterken, diğeri yukarı çekip kapatmaya çalışır. Bir el okumak için gazeteyi almak isterken diğeri gazeteyi kapıp masaya çarpar. Bazen, yabancı el, hastanın kendi boğazını sıkıp boğmaya çalışırken, bilinçli el ona engel olmaya çalışır. Bazı hastalar, yabancı eline “dur” diye bağırınca yabancı elin bu komuta uyduğunu rapor etmişlerdir. Hastanın bilincinin, yabancı eli üzerinde hiçbir öngörüsel etkisi yok gibidir. El, hastanın kendisine ait değildir sanki.

BEN KİMİM?
Hasta, hastalığının ne olduğu teşhis edilene kadar, “yabancı el”in hastaya verdiği sıkıntıyı çevresine anlatmakta güçlük çeker. Bu konuda çevresini inandıramaz. Elinin, kendi bilincinin haricinde hareket ettiğini çevresindekilere inandırabilmek için sürekli yemin eder.

Şimdi şu soruyu sormak gerekir; “ben” derken kimi kastediyoruz? Kendimin “ben” olduğumdan ne kadar eminim? Zihnimiz, iki ayrı bilincin etkisinde mi? O halde biz hangisiyiz? Corpus callosumun kesilmesi durumunda, kafatasımın içindeki “ben” dediğim kişi hangi bendir? Corpus Callosumu kesilmemiş yani normal beyne sahip kişiler olarak, sol beyin tarafından bastırılmış başka bir kişiliği daha mı taşıyoruz?

Bu sorulara bir yenisini eklemek isterseniz, size aşağıdaki videoyu seyretmenizi öneririz. İnançlarımız da beynimizin bu yapısından etkileniyor mu? Peki, ya ruh kavramına inananlar ne düşünürler dersiniz? Onlara göre birden fazla ruhumuz olabilir mi?

Videoyu seyrettikten sonra sizin de ”ben kimim?” sorusuna vereceğiniz bir cevabınız muhakkak ki olacaktır. Belki de olmayacaktır. Ne dersiniz?



Erol

Kaynaklar:
  • http://www.bbc.co.uk/news/uk-12225163
  • Eagleman, David. Incognito, Bkz Yayıncılı (2013)
  • V.S. Ramachandran. Beyindeki Hayaletler, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi (2011)
Dünyada yenilik ve renklilik var mıdır? Bilim; bütün renklerin, beyaz ışığın farklı tezahürleri olduğunu söylüyor. Ya yenilik? Yeni sandığımız şeyler de aslında uzun aralarla nükseden alışkanlıklar değil midir? İnsan zihnindeki monotonluk algısını azaltan şeyse, belirgin zıtlıklar arasında gidiş gelişlerdir belki. Yaz-kış, sıcak-soğuk, karanlık-aydınlık, hayat-ölüm…

Karanlık-aydınlık demişken, gece hakkında hiç düşündünüz mü? Gece, ne ifade eder dünya için, canlılar alemi için? Özellikle de insanlar için… İnsan olduğumuz için, algıladığımız hemen her şeye bir anlam yükleme temayülümüz vardır. Geceyle ilgili de pek çok farklı değerlendirme ve anlamlandırma söz konusudur. Örneğin sanatçılar için geceler, ilham vakitleridir. Özellikle de şairlerin kadim dostudur geceler. Üretkenlikleri en fazla, gecenin karanlığında zuhur eder. İstisnaları bir yana bırakırsak, gençler de geceyi sever. Gün içinde tüketemedikleri enerjilerini, bir arkadaş grubuyla gece eğlencelerinde harcamak isterler. Yaşlılar için belki de bir ölüm provasıdır geceler. Geriye ne kadar vakitleri kalmışsa, o müddeti karanlıktan kaçıp aydınlık içinde geçirmek, gözlerini bir türlü doyamadıkları dünya güzellikleriyle daha fazla meşgul etmek isterler. Karanlığa tahammülleri kalmamıştır artık. Çünkü ebedi bir karanlığın son sürat yaklaşmakta olduğunu en iyi onlar bilir. O yüzden pek az uyurlar ve genellikle gün doğmadan uyanırlar. Günün aydınlığını uykuyla geçirenlere de pek kızarlar. Gün boyu çalışıp yorulanlar içinse, geceler tatlı istirahat vakitleridir. Yorgun bedenlerini ve kafalarını, gecenin müşfik koynuna bırakırlar.

Ömrümüzün yarısını oluşturan geceyi büyülü yapan nedir? Gece, karanlıktır. Karanlık ise örtü gibidir. Türlü çirkinliklerin, kötülüklerin gün doğumuna kadar üstünün örtüldüğü, belki de bir parça unutturulduğu rahatlatıcı vakittir gece.
Altı yaşımdayken her şeyin Tanrı olduğunu gördüm, tüylerim diken diken oldu. Bir pazar günüydü, hatırlıyorum. Kız kardeşim minicikti daha, sütünü içiyordu ve birden kız kardeşimin Tanrı olduğunu, sütün Tanrı olduğunu gördüm. Yani kardeşim Tanrı'yı Tanrı'ya döküyordu bardaktan, beni anlıyorsanız eğer!
- J. D. Salinger

Biliyorsundur ki, kendini öldüren her insan, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, çevresini suçlamaktadır. "Beni anlamadınız, bana yardım etmediniz; işte bu yüzden ölüyorum." demektedir sanki. Onu sevenler de, kendilerini sorgulayıp suçlamaya başlarlar. "O gün şöyle demeyecektim; şu gün onu aramam gerekirdi; neden bunu yapmadım, neden şunu yapmadım." diye acı çekerler. İntihar edenler, yalnız kendilerini değil, onları sevenleri de öldürürler bir bakıma. Kaldı ki, kendini öldürmek kolaydır. Anlık bir cesaret meselesidir sadece. Asıl zor olan yaşamaktır. Bunca felâket arasında, fazla rezil olmadan yaşamak gücünü bulmaktır asıl zor olan.
- Minâ Urgan

Eğer siz, kendiniz, intihar etmeyi düşünmüyorsanız, intihar anlaşılabilir bir şey değildir.
- Charles Bukowski
İnsanoğlunun doyumsuz bir egosu olduğu bilinir. Evren'deki gerçekliğin belki milyarda birine bile yaklaşamadık henüz. Ancak yine de gerçekliğin keşfettiğimiz kadarı bile bize bir tatminsizlik ve keyifsizlik verdi. Bu da bizi gerçekliğin dışında türlü arayışlara yöneltti. Yaşamın en başlarında, günümüze kıyasla ancak çok küçük bir kısmı keşfedilen gerçeklik bile canını sıktı insanın. Bu gerçekliğin içinde kaçınılmaz olarak ölüm vardı, gerçeklerin en can sıkıcısı, en umutsuzluğa düşüreni, en dehşetlisi.

İnsan olduğumuz için diğer tüm canlılardan çok daha yüksek bir bilinç ve farkındalığa sahiptik. Yani yaşamın ve ölümün farkındaydık. Sevdiklerimizden ölenler hayatımızda büyük bir boşluk yaratıyordu. Çünkü ölen hiç kimse, gerçek dünyaya geri gelmiyordu. Bu durum, ölenin yok olduğu gibi bir düşüncenin dehşetli gerçekliğiyle karşı karşıya bıraktı insanı. Aynı kaçınılmaz ve dehşetli sonun bizi de bir yerlerde beklediğini biliyorduk. Umutsuzca kendi yarattığımız tanrılara sarıldık sonra. Biz vardık madem, ve bu dünya vardı, öyleyse bizi ve dünyayı var eden bir veya birden fazla yaratıcı güç olmalıydı bir yerlerde. Öyle ya, yapayalnız ve kendi kendimize var olmuş olamazdık bu koca dünyada. Mutlaka bizi yaratan ve gözleyen yaratıcı güçler olmalıydı bir yerlerde. Doğayı gözlemliyorduk ilkel bilincimizle. Kudurmuş bir şekilde esen fırtına bir tanrı olmalıydı ve bize öfkelenmişti bir nedenden ötürü. Şiddetiyle bizi cezalandırıyordu. Aynı şey, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımlar için, depremler ve volkanik patlamalar için de geçerliydi. Ulaşamadığımız, durduramadığımız, kontrol edemediğimiz, anlamsız bir şekilde bize saldırıp duran her şey birer tanrıydı. Saldırıları anlamsız görünüyordu ama biz parlak zekamızla(!) o saldırılara anlam yükleyebiliyorduk. Deprem oluyorsa, yeraltı tanrısı bizim bir kabahatimize kızmış olmalıydı, onu sakinleştirmenin ve ondan özür dilemenin bir yolu olarak ona ve diğer tanrılara kurban sunmayı keşfettik. Bazen bizim için kıymetli bir eşya, bazen bir hayvan ve bazen de ürkünç bir şekilde insan kurban ettik öfkeli tanrılara. Yeter ki bize saldırıp durmasınlar, suçlarımız bağışlasınlar diye. Ama şaşırtıcı olan şuydu ki, o öfkeli doğa'l tanrılar, bizim kendilerine sunduğumuz kurbanlarla, armağanlarla pek de ilgileniyor gibi görünmüyorlardı. Amaçsız ve tuhaf biçimde sonu gelmez saldırılarına devam ediyorlardı.
Demokrasilerde bir parti iktidara gelmek için ulusun çoğunluğunun ilgi duyacağı çağrılar yapmak zorundadır. (...) şimdiki demokratik sistemde, geniş ölçüde başarılı olan bir çağrının zarar getirmemesi neredeyse olanaksızdır. Bu nedenle, büyük bir siyasal partinin yararlı bir programa sahip olması pek olası değildir. Eğer yararlı yasalar çıkarılacaksa bunların parti-hükümeti dışında bir mekanizma ile çıkarılması zorunludur.

* * * * *

Demokrasilerde politikacının gücü, sokaktaki adama doğru gibi görünen fikirlere sahip çıkmasına bağlıdır. Politikacılardan, uzmanlarca isabetli bulunan fikirlerin iyi fikirler olduğunu savunma yüce gönüllülüğünü beklemek boşunadır. Çünkü bunu yaparlarsa meydanı başkalarına kaptırırlar. Öte yandan, başkalarının ne düşündüklerini kestirmek için gerekli olan sezgisel beceri, bizzat kendi fikirlerini oluşturma konusunda becerileri olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle en yetenekli olanlarının çoğu (parti politikacılığı bakımından), çoğunluğun iyi saydığı ama uzmanların kötü olduğunu bildiği önlemleri içtenlikle savunmak durumunda kalırlar. Bu nedenle politikacılara, kaba deyimiyle rüşvet almamayı öğütlemek dışında, tarafsız olmaları yolunda uyarılarda bulunmanın hiçbir yararı yoktur.
Blogda daha önce de birkaç defa anket yapılmıştı ancak anket bittikten bir süre sonra anket kaldırılmış ve uzun vadede anket sonuçları unutulup gitmişti. Bu bakımdan, bu unutulmanın bir nebze de önüne geçmesi için anketleri yayınlamak işe yarayabilir.

Her ne kadar anket verilerini arşivlemek direkt olarak fayda sağlamayacak gibi görünse de, blogun ilgilendiği konular çerçevesinde, çeşitli anketler ile bir çeşit nabız yoklanması yapılabileceği gibi, anketin sunduğu veriler üzerinde de tartışmalar ve yorumlar yapılarak, bu verilerin değerlendirilmesi yapılabilir.

İlk anketin sorusu Tanrıya inanıyor musunuz? idi. Seçenekler ise şunlardı:
  • Evet, kesinlikle bir tanrı var.
  • Emin değilim ama bence bir tanrı var.
  • Bilmiyorum.
  • Emin değilim ama bence bir tanrı yok.
  • Hayır, kesinlikle bir tanrı yok.
Bir ay süren bu ankette, toplam 347 kişi oy kullandı. Sonuçlar ve yüzdeler ise şu şekilde:
  • Evet, kesinlikle bir tanrı var. [105 (%30)]
  • Emin değilim ama bence bir tanrı var. [49 (%14)]
  • Bilmiyorum. [41 (%11)]
  • Emin değilim ama bence bir tanrı yok. [71 (%20)]
  • Hayır, kesinlikle bir tanrı yok. [81 (%23)]