Egoyla ilgili cümleler ve kavramlar, her geçen gün daha çok hayatımıza girmektedir. Felsefik ve psikanalitik bir kavram olarak literatüre girmiş olan “ego” artık kullanımının dışına çıkmış, halka ait hale gelmiştir. Peki, ego herkesin kullanımındaki anlamında mıdır yoksa yanlış anlamda mı kullanılmaktadır? Ego nedir?

Psikanalitiğin kurucularından sayılan Freud’un kişiliği oluşturan yapısal kuramlarına bakacak olursak, yaptığı bir benzetmeyle kişiliğimiz bir buz dağına benzemektedir. Buz dağının görünen kısmı bizim bilincimizi, suyun biraz alt kısmında kalan bölüm ön bilincimizi, buz dağının suyun altındaki geri kalan kısmı ise bilinç dışımızı oluşturmaktadır. Bilinç aşamasındaki her duygu ve düşüncelerimizin farkındayızdır. Buradaki bilgiler kendini açıkça belli ederler. Ön bilinç aşamasındaki bilgilerimiz ise o an farkında olmasak dahi, hemen bilincimize çıkarabileceğimiz anılar ve bilgilerimizden oluşur. Buz dağı benzetmesindeki en büyük alana sahip bilinçaltımız ise, bilincimizde farkına varamadığımız korkular, bencilce ihtiyaçlar, kabul göremez cinsel arzular, utanç verici deneyimlerden oluşur ve bizler bu dürtülerimizi bilinç düzeyine normal yollarla çıkarıp farkındalık kazanamayız. Bu üç alanın temsilcisi ise id, ego ve süper egodur; bunlara arzu, mantık ve vicdan da diyebiliriz.
Zihnin evrimleşmesi ile birlikte oluşan ilkel düşüncelerle varoluşu süper güçleri olan yaratıcılara atfeden insanlık, Kopernik devrimi ile birlikte bin yıllar boyunca yerleştirdiği merkeziyetçi bakış açısını yeniden değerlendirmek zorunda kaldı. Zamanın şartlarında Dünya'nın yuvarlaklığı bile tartışma konusuydu. Bunun yanında yerkürenin evrenin merkezinde bulunduğu, Güneş'in, Ay'ın ve diğer tüm yıldızların onun çevresinde döndüğü görüşü hakimdi. Bu düşünce insanda, tüm evrenin kendisi için yaratıldığı, kendisinin diğer tüm canlılardan ayrıcalıklı olduğu, dahası kendisinden başka her şeyin, bizzat kendisi için yaratıldığı izlenimini oluşturuyordu. Doğrusu bu oldukça gurur okşayıcı ve konforlu bir yaklaşımdı. Belki de sırf bu yüzden sorgulanması bugün bile milyonlarca insan tarafından tabu olarak görülmeye devam ediyor.

Kopernik ile başlayıp, Galilei ve Kepler ile daha da olgunlaşan astronomi devrimi, evrendeki konumumuzun aslında hiç de sandığımız kadar ayrıcalıklı olmadığı gerçeğini insanlığın yüzüne çarptı. Önce Dünya'nın kendi ekseni etrafında ve eliptik bir yörüngede Güneş'in etrafında döndüğünü, Dünya ile birlikte benzer yörüngeler izleyen başka gezegenler de olduğunu ve adına Güneş Sistemi dediğimiz bu yapının, milyarlarca benzeriyle birlikte, Samanyolu Galaksisinin merkezi etrafında devindiği sonuçlarına ulaştık. Bilim ve teknoloji ilerledikçe, içinde yaşadığımız evreni git gide daha geniş bir perspektiften görmeye, tanımaya, algılamaya başladık. Hem içinde bulunduğumuz galaksinin kenar mahallelerinden birinde, hem de bu galaksiyle birlikte evrenin ışıksız ve sessiz, ücra varoşlarında yaşadığımız gerçeği, kabullensek de kabullenmesek de bilim dünyasının tamamı tarafından kabul edilen bir kozmolojik görüş bugün.
Size biraz korkudan bahsetmek isterim. Korku nedir? İnsan nelerden korkar, neden korkar? Korku, insanın istediği şeyin gerçekleşmeyecek olması ya da gerçekleşmekte olan şeyin insan tarafından şiddetle istenmemesi durumudur. Schopenhauer bize bunu çok eskiden anlatmış: ‘‘İnsan hep daha fazlasını isteyen bir varlıktır.’’ Ancak her şeye rağmen, insan korkan bir varlıktır… Her şeye rağmen, korku sadece bu değildir.

Korkunun icadı ne kadar eskiye gider bilmiyorum fakat korkma eyleminin o eski zamanlardan bu günlere kadar genetik olarak aktarıldığına eminim. İnsan içgüdüsel olarak korkan bir varlıktır, ancak bunu belli etmeyecek ya da bazen fark etmeyecek kadar sosyal bir varlıktır. Cesur bir varlıktır diyemiyorum; zira halen cesaretin bir korkaklık saklama perdesi olup olmadığından emin değilim.
FELSEFİ GİBİ GELSE DE, ÇERÇEVEDEKİ SÖZÜN GERÇEKLİK PAYI VARDIR.       

Geçmiş dönemde yaptıklarımızı yapmış, düşündüklerimizi düşünmüş olmamızın sebebi, o zamana kadar beynin nöronal bağlantıları (genetik, yetişme, beslenme, çevre, ebeveyn vb.), nedenlerle bizleri, o davranışı yapmaya veya düşünceye itmiş olmasındandır. Çünkü, beynimizdeki birikimler (nöronal bağlantılara bağlı olarak uzun vadeli hafızamız), geçmişteki eylemleri yapmamızı DOĞRU olarak kabul edecek şekilde ALGI ve düzenini oluşturmuştur. Günümüze kadar gelirken de beynimiz, yeni bilgi birikimi ile yeni nöronal ağlar oluşturmuş ve dolayısıyla da algılarımızı değerlendirme farklılıkları ortaya koymuştur.

Bu, okuduğumuz bir romanı, on yıl sonra tekrar okuduğumuzda, anlamlandırmamızdaki farklılık gibidir. Çünkü aynı roman, yeni bilgi birikimleri ve farklı bir algı ile okunmaktadır. Romanın sonraki okunmasına göre ilk okunmasında anlam ifade etmeyen bir cümle ve paragraf, edinilen deneyimlerle yeniden değerlendirilmektedir. Çünkü beynin bir şeyi değerlendirebilmesi için, beyinde o dış veya iç uyaranı, değerlendirecek bilgi birikimi ve sistemin olması gerekir. Buna da tecrübe/deneyim adını veriyoruz. Bir evvelki okuyuşumuzda, geçmiş dönemde, o romanı ne kadar okursak okuyalım, bugünkü algıyı yaratacak bilgi birikimi belleğimizde olmadığı müddetçe, bugünkü gibi değerlendirme şansı olmayacaktı. Tarihçilerin de dikkate aldığı ANAKRONİZM, burada devreye girmektedir. (Anakronizm; Yunanca ana “geri” ve khronos: “zaman”), kronolojik ilişkinin isteyerek ya da bilmeden dikkate alınmaması ya da değiştirilmesi). Daha açık bir lisanla, geçmiş bir zamandaki bir olayı veya düşünceyi, bugünkü bilgi birikimi ve bakış açımızla değerlendirme hatasına düşeriz. Çünkü, o günkü bilgilerle DOĞRULAR o şekilde algılanmaktaydı. Bunun da nedeni, gerek toplumsal gerekse birey olarak beynin nöronal bağlantıları; olayları, yukarıda da ifade edildiği gibi, bugünkü bilgilerimizle değerlendirme şansına sahip olmadığımız içindir. Eğer, geçmişteki bizlerden birini, bu zamandaki bizim karşımıza çıkarsalar, bugünkü size karşı, geçmişteki siz, kendi doğrularını ateşli bir şekilde savunacaktır. Diğer bir deyişle, geçmişteki siz ile bugünkü siz arasında bile KUŞAK FARKI oluşacaktır. Kaldı ki, bugün aldığımız karar ve uygulamalarımız, gelecek zamanda benzer düşünce ile eleştirilecektir. Böyle bir eleştiri doğru olmayacaktır. Çünkü bugünü, geleceğin sahip olmadığımız bilgisi ile değil, bugünün bilgisi ile değerlendirebiliyoruz. Böyle bir değerlendirme, insanlık var oldukça devam edecektir. Her kuşağın, bir önceki kuşak için bu anlamdaki değerlendirme HATASINA düşmesinin nedeni, bilgimizin statik olmamasındandır. Dünün doğrusu, bugünün yanlışı olabilir. Bugün inandıklarımız, yarın düzeltilmeye muhtaç olabilir. Peki, bu tür değerlendirme hatasının hiç olmadığı bir zaman olabilir mi? Bu şimdiki bilgimizle imkansız görünmektedir. Geçmişteki olay ve düşünceleri bugünkü bilgimizle değerlendirip aynı sonuca varıyorsak, ya o bilgiyle bağlantılı evrensel ve nihai bilgiye ulaşmış ya da, doğru olduğuna inandığımız o bilginin yanlış olduğuna dair referansı henüz bize bir gösterenin çıkmamış olmasındandır. Yeni referanslar, beynimizde yeni nöronal, yeni değerlendirme argümanları oluşturacak, alnımızın arkasında bulunan DÜŞÜNEN BEYNİMİZ (PREFRONTAL KORTEKS) bilgiler arası ilişkileri çoğaltarak yeni varyasyonlarla yeni çıkarımlar yaratacak, ilişkilendirilecek bilgileri zenginleştirecek bu da
beyin için algıları, bakış açılarını farklılaştıracaktır.

Özetleyecek olursak, geçmişten bugüne kadar yaşadığımız olaylar dizisi bizi, bugünkü düşünme sistemimizi oluşturacak şekilde zorunlu olarak getirecekti. Daha açık bir lisanla, geçmişteki doğrularımızın bazılarını yanlış olarak, geçmişteki yanlışlarımızın bazılarını doğru olarak değiştirdik ayrıca, geçmişteki doğrularımızı daha doğru, geçmişteki yanlışlarımızı daha yanlış olarak günümüze kadar sahiplenerek getirdik. Diğer bir deyişle, bugün sahip olduğumuz düşüncelerimiz, dünkülerin sayesindedir. Dünkü düşüncelerimiz farklı olsaydı, şimdiki düşüncelerimiz de bugünkü gibi olmayacaktı. Ve tabii ki olayları algılama ve değerlendirmelerimiz de farklı olacaktı.

Buna göre, bugünkü bilgi birikimin bize imkan verdiği algılarla ve yürüttüğümüz akıl ile, dündeki kendimize ait bir "suçlama" ve "keşkeler" doğru olmayacaktır. Buradaki "doğru olmayacaktır" ifadesi, ahlaki bir doğruluk-yanlışlık değil, mantık olarak mümkün değildir. Yani düne ait olaylarla sebep sonuç ilişkisi kurarak, bugüne, bugünkü düşünce sistemine, olayları algılama ve akıl yürütme boyutuna geldik demektir.

Can Yücel'in aşağıdaki yazısı, sanırım buna güzel bir örnek olacaktır.

"Şunları bir araya toplayayım, bir güzel muhabbet edeyim diye düşündüm.
Mutfak işinden de anlarım, donattım sofrayı, bayağı uğraştım.
Hepsinin, ayrı ayrı, ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim.
Baya da para gitti. Birinin yediğini öbürü yemez, ötekinin içtiğini beriki içmez; dört kişilik sofra kurdum. Mumları da yaktım. Hepsi Erik Satie severdi, hatırladım, müziği de ayarladım. Geldiler:
20 yaşımda ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben. Dördümüz.
Birden, 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum.
40 yaşımın karşısına da ben geçtim.
20 yaşım, 35 yaşımı tutucu buldu.
40 yaşım, ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırayım dedim,
‘Sen karışma moruk!’ dediler,
Büyük hır çıktı.
Komşular, alttan üstten duvarlara vurdular,
20 yaşım 40 yaşıma bardak attı,
Evin de içine ettiler.
Bende kabahat,
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.”

Erol
Bütün o gürültünün, yani dinin “post-seküler” dönüşüyle, büyübozumunun sınırları ve Kutsalı yeniden keşfetmek ihtiyacıyla ilgili bütün o gürültünün ardından, belki de gerçekten ihtiyacımız olan şey bir doz o eski, iyi ateizmden almak. Hazreti Muhammed karikatürlerinin Müslüman topluluklarda yol açtığı öfke dinsel inançların hâlâ hesaplaşmak gereken bir güç olduğunun bir başka kanıtı. [1] Müslüman kalabalıkların şiddeti keder verici bir şey belki, ama dizginsiz ve sinik Batılı liberterler bundan bir ders çıkarmayı başarabiliyor: Seküler büyübozumunun sınırları. En azından bize söylenen bu.

Yani din adına öldüren, yağmalayan ve yakıp yıkan linç topluluklarından alacağımız ders bu mu gerçekten? Uzun zaman, din var olmasa yiyeceği için birbirini yiyen, bir kurt sürüsünün ahlakına sahip egoist hayvanlara indirgeneceğimizi ve sadece dinin bizi daha yüksek bir ruh seviyesine çıkarabileceğini söylediler. Bugün, din dünyanın dört bir yanındaki canice şiddetin başlıca kaynağı olarak ortaya çıkıyor ve Hıristiyan ya da Müslüman ya da Hindu köktencilerin yaptıkları tek şeyin inançlarının soylu ruhsal mesajına hakaret etmek, onu saptırmak olduğu söyleniyor sürekli. Peki ya ateizmin, yani belki de barış için tek şansımız olan ateizmin haysiyetini iade etmek ne olacak?
Tanrı sadece ölmedi, diyor yazar: Hiç yaşamadı! Çocuk ölümlerine karşı savaşın ilaçlarla değil de inançla yapılmaya çalışmasına değinmiyor bile.

İnanç vs Gerçek: Din ve Bilimin Uyumsuzluğu kitabının yazarı Jerry Coyne lisedeyken Beatles’ın Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band albümünü dinlerken epifani (aydınlanma) yaşadı: Tanrı yok! Fikirden kendisi dahi korkmuştu. Fakat bir genetikçi ve evrimsel biyolog olarak gençliğindeki bu fikre bilimsel bir zemin buldu.

Ekoloji ve Evrim departmanı profesörü olarak çalıştığı Şikago Üniversitesinden yaptığı konuşmasında neden yeni bilimsel keşiflerin dini iddiaları geçersiz kıldığını; Jay Gould’un neden yanıldığını; ve ABD kanunlarının çocukları ailelerinin inançlarına şehit olmaktan korumak konusunda nasıl yetersiz kıldığını açıkladı.
Bertrand Russell, Monmouthshire'de İngiltere'nin önde gelen aristokrat ailelerin birinde dünyaya geldi. İngilizlerin "idealizme karşı isyanı"na öncülük ettti. Analitlik felsefenin kurucuları arasında yer aldı. A. N. VVhitehead ile birlikte "Principia Mathematica" adlı kitabı yazdı. Felsefi denemesi ”On Denoting” (İfade Üzerine) adlı eseri felsefinin paradigması olarak kabul gördü.

20. Yüzyılın önde gelen mantıkçılarından biri olarak tanındı. Çalışmaları mantık, matematik, dilbilim, bilgisayar teknolojisi ve filozofiyi, özelliklede dil felsefesi, epistemoloji ve metafiziğini önemli ölçüde etkiledi.

Russell önde gelen bir antiemperyalist tanınmış bir savaş karşıtı oldu. Bu tutumundan dolayı Birinci Dünya Savaşı sırasında hapis yattı. Adolf Hitler’e karşı kampanyalar düzenledi. Vietnam Savaşı'nda Amerikan hükümetini suçladı. Nükleer silahsızlanmanın savunucusu oldu. İsrail'in Orta Doğu'daki ülkelere karşı izlediği tutumu eleştirdiği bir bildiri yayınladı. [1]
Günlük yaşamımızda, çevremizle uyum sağlayabilmek, tüm nesne ve olaylarla başa çıkabilmek, onları anlamlandırabilmek için zihnimiz, bu olay ve nesneleri; birbirleriyle olan ilişkilerine, şekline, rengine, gölge durumuna, parlaklığına, ağırlığına, hafifliğine veya sevindirici, korkutucu, kızdırıcı, kaygı verici olup olmadığı ve bunların derecesine göre nihayetinde benzeri binlerce nedene bağlı olarak sınıflandırır. Bu tür bir sınıflandırma olmazsa, bir varlık olarak çevremize uyum sağlamamız son derece zor olur, belki de bu uyum hiç olmazdı. Yanımızdan geçen, üstü başı yırtık ve kirli bir kişiyi, eğer diğerkâm (özgeci) bir kişi isek mağdur olarak, günlük hayatın koşuşturmacası arasında bir kişi isek dilenci konumunda değerlendirebiliriz. Sözgelimi gündelik hayatımızdaki bir masa; üzerinde yemek yediğimiz, ders çalıştığımız bir nesne iken, bir iş yerinde masayı, büyüklüğüne göre, patronun gücünü, saygınlığını gösterecek şekilde algılar ve sınıflandırılabiliriz. Sınıflandırma, aslında, çevremizdeki nesne, olay ve davranışları sadece benzerlerini veya benzer tarafları olanları yan yana getirmek değildir. Duygusal olarak da anlamlandırırız, sınıflandırırız. Bu sınıflandırma muhtemel ki beynimizde var olan bilgilerle ilişkilendirilerek yapılır. Bir bakıma bu sınıflandırma, bizi tehlikelerden, tehdit ortamından uzak tutmak ve yaşamımıza daha az riskli devam etmemizde fayda sağlar. Aksi halde neyin tehdit neyin bize fayda sağlayan şey olduğu hakkında bilgi sahibi olamazdık. Zaman zaman aynı şeyin farklı durumlarını da zararlı ve faydalı olarak sınıflandırabiliriz. Örnek olarak elektrik, bize, aydınlanmada fayda sağlarken, daha doğru bir ifade ile zihnimiz elektriğin bu konumunu fayda unsuru ile ilişkilendirerek sınıflandırırken, aynı elektriğin var olduğu prize, parmağımızı sokmamamız gerektiğini, diğer bir ifade ile elektriğin bu halini bir tehdit olarak algılar, ilişkilendirir ve sınıflandırır. Belki de algılama ile sınıflandırmanın zihnimizde eş zamanlı olarak yapıldığını, hatta ikisinin aynı şey olduğunu ve dolayısıyla aynı terimle ifade etmek gerektiğini de söyleyebiliriz. Çünkü algı; o anki nesne ve olayı, geçmiş dönem her türlü birikimlerimizle (genetik, çevre, deneyim vb.) ilişkilendirerek benzerlerinin, daha önce sınıflandırılmışlarının yanına, küçük farklılıklarla koymak demektir.

Özetle sınıflandırma, hayatımızı büyük ölçüde kolaylaştırır, alacağımız kararlar için uzun uzadıya düşünmemize gerek bırakmaz. Tabii ki, bu kolaylıklar yanında, bu sınıflandırmaların, dogmalara, ön yargılara, kalıp yargılara (stereotip) yol açtığını da hatırlamamız gerekir.

Peki, karşımıza hiç bilmediğimiz bir şey çıkarsa ne olur? Bu durumda ne yaparız? Gittiğimiz bir yerde o zamana kadar görmediğimiz bir cihaz çıkarsa, onu bildiklerimizle karşılaştırmaya, boyutuna, üzerindeki gösterge ve düğmelere bakarak bir bilgisayara, bir televizyona, bir ütüye, bir elektrik süpürgesine benzeterek daha evvelki bildiklerimizle ilişkilendirmeye (sınıflandırmaya) çalışırız. Keza, Afrika’nın bilinmeyen bir yerinde bizim bilmediğimiz bir çiçek gördüğümüzde, onun güzel görünümünden, renginden dolayı elimizle dokunabileceğimiz, koklayabileceğimiz veya dokunduğumuzda cildimizi tahriş edecek, belki de küçük bir salgısı veya poleniyle bizi zehirleyecek bir bitki olup olmadığını sorgularız (sınıflamaya çalışırız). Tabii ki bu sınıflandırma, tecrübelerimiz ve bilgi birikimimizin ölçüsüne göre farklı olacaktır. Bu örnekler de göstermektedir ki, sınıflandırma; bir anlamda olay veya nesneyi tehditten nötre, nötrden faydaya kadar derecelendirmeyi ve çevreye bu algı çerçevesinde tepki vermeyi gerektiren kolaylaştırıcı bir unsurdur.

Şimdi şu şekilde bir deney düşünelim ve irdeleyelim. Karşımızda, bir çocuğun Lego parçacıklarından yaptığı minyatür bir ev olduğunu düşünelim. Lego’nun çeşitli renk ve parçacıklarından yapılmış bu minyatür ev, beynimiz tarafından sınıflandırılır. Bu sınıflandırmada, bunun bir çeşit oyuncak olan Lego parçacıklarından meydana geldiğini; yaratıcı, oyalayıcı bir oyun olduğunu, bir çocuk tarafından yapıldığını ve nihayetinde bu parçacıklardan ortaya çıkan şeklin bir ev olduğunu veya en azından çocuğun becerisine bağlı olarak bir eve benzediğini düşünürüz. Şimdi de, aynı çocuğun evi oluşturan parçacıkları yavaş yavaş söktüğünü, söktüğü bu parçalarla, Lego’dan yapılan evden bir metre uzakta başka bir şey yapmaya başladığını düşünelim. Veya evin üzerinden söktüğü her parçayı, yine evin üzerinde bir yerlere eklediğini ama ev şeklini değiştirerek başka bir şey yapmaya giriştiğini düşünelim. Çocuğun, evi bozup da ne yapmak istediği aklında biçimlenmişken, çocuğa sormadığımız müddetçe ne yapmak istediği bizim için belirsizdir. Çocuk, giderek, Lego parçalarından başka bir şey oluşturmaya başladığını ama bizim onun ne olduğunu henüz çıkartamadığımız (sınıflandıramadığımız) hatta biraz da merak ettiğimiz (merak nedir diye de sormamız gerekir) bir ara durum süregelmektedir. İşte bu ara durum “değişim”dir. Değişimde, belirsizlik vardır, sınıflayamama sıkıntısı vardır. Bir başka deyişle, belirsizliği ortadan kaldırmak için sınıflandırma çabası/ihtiyacı vardır. Çocuk ne zaman ki, amaçladığı şekli ortaya çıkarmaya başladığında, yine, ebeveynlerimizden aldığımız genetik miras, deneyimlerimiz, bilgilerimiz, çevremizin de (kültürümüz) etkisiyle, şeklin ne olduğunu tahmin etmeye başlarız (sınıflandırırız). Çocuk, kendine göre şekli tamamladığında ve varsayalım ki ortaya Lego’lardan yapılmış bir gemi çıktığında, zihnimizdeki ilişkilendirme artık yerini bulmuştur. İşte bu da kelimenin tam karşılığı ile “dönüşüm”dür.

Şu halde, değişim, dönüşümler arasındaki, zaman zaman belirsizliği de içeren henüz sınıflayamadığımız/sınıflamakta nispeten zorlandığımız, hatta, zaman zaman da bu değişimin nasıl olduğuna kafa yorup mistik duygular kattığımız süreçlerdir. Değişim daha dinamik; dönüşüm ise; bizim onu sınıflandırabileceğimiz kolaylıkta yani daha stabildir, daha durağandır. Temel bir benzetme olarak, elimizdeki bir pet şişenin, fabrika ortamında tekrar eritilerek varsayalım ki aynı malzemeden bir pet bardak yapmak gibidir. Burada, Pet şişe, artık onu “pet şişe” olarak isimlendirdiğimiz sınıflandırmadan çıkarak, fabrikada yaşadığı DEĞİŞİM süreci nedeniyle bir “pet bardağa” DÖNÜŞMÜŞTÜR. Tabii ki değişim ve dönüşümün, algılayan için (insan) izafi bir kavram olduğunu da burada hatırlatmak gerekir. Söz gelimi, başka bir algı düzeyi için, “değişim”in bir safhası, dönüşüm olarak da değerlendirilebilir.

Buraya kadar özetlersek, DÖNÜŞÜM; zihnimizde sınıflandırdığımız ve o nesne, olay, davranış ile ilişkilerimizin ne olacağına dair karar verdiğimiz bir durum iken DEĞİŞİM; bir BELİRSİZLİK, bir GEÇİŞ durumudur. Yine burada, dünün belirsizliği olan süreçlerin, bugünün sınıflandırması dâhilinde olabilecek durumları da göz ardı etmemek gerekir. Muhtemel ki belirsizlikleri ortadan kalkan durumlardaki değişimleri de zihnimiz ayrı sınıflamaya tabi tutuyor olabilir diye düşünebiliriz.

Kelimeyi biraz daha irdelersek “değişim” kelimesinin bizatihi kendisi bir dinamikliği, bir süreci çağrıştırmakta bu da değişme algısı ile örtüşmektedir. Buna mukabil “dönüşüm” kelimesi bir anlamda; değişmiş, bitmiş, nihai yapısına, konumuna ulaşmış anlamı ile stabiliteyi, durağanlığı çağrıştırması gerekirken “dönüşüm” kelimesi de değişim kelimesi gibi bir SÜRECİ çağrıştırmaktadır. Belki de, değişim ile dönüşüm aynı sürecin ortak kısmı olarak da görülebilir. Bununla denilmek istenen şudur. Yukarıdaki, Lego evi bozup da aynı Legolardan gemi yapmaya başlayan çocuk örneğine tekrar dönelim. Örnekte, henüz ne yaptığını bilmediğimiz ve bizim için belirsiz olan safhaya “değişim” diyebileceğimizi ifade etmiştik. Ev şeklinin bozulup da, gemi şekli henüz tamamlanmasa bile, onun bir gemi olabileceğine/olduğuna dair zihnimizde ilk defa (tamaaaamm, çocuk bir gemi yapıyooorr!) diye sınıflandırmaya başladığımız andan itibaren, geminin tam olarak ortaya çıkması (nihai durum) arasındaki duruma DÖNÜŞÜM demek daha mı doğru olur? Çünkü, artık nihai şekle gelen bu durumu (gemiyi) hala bir dönüşüm içine koymamak gerekir. ÇÜNKÜ ARTIK O BİR GEMİDİR. Eğer gemi, o şekilde kalacaksa başka bir şey olmayacaksa bu stabil durum için DÖNÜŞÜM diyemeyiz. DÖNÜŞÜM SÜRECİ BİTMİŞTİR, SONLANMIŞTIR: Öyle kalacaktır. Başka bir şeye dönüşmemektedir. (Tabii ki bunları söylerken, Lego parçalarından oluşan şeklin tam olarak “gemi” olduğu andan itibaren yeni bir şeye dönüşmek için hazır beklediğini, örnek olarak, çocuk tarafından bir uçağa dönüştürülebileceğini veya en azından Lego parçalarının her birinin eskimesi bile bir şeylere dönüşeceğini unutmuyoruz). Buna göre, değişim ile dönüşüm belli süreçler için aynı anlamda kullanılabilir. Ancak şunu da söyleyebiliriz ki “değişim” ile yüklenmeye çalışılan “dinamiklik” kavramı, “dönüşüm”ün içindekinden daha fazla olabilir.

Peki, bu tür bir zihinsel sınıflamayı sadece insanlar mı yapar? Bir an için insanlığın yeryüzünden yok olduğunu, silindiğini düşünelim. Acaba, yeryüzünde, geri kalan canlılar için mesela bir şempanze, bir kedi, bir kurt, bir aslan için değişim ve dönüşüm hala mevcut mudur? Yoksa sadece insanlar olduğu müddetçe idrak edilen bir şey midir? Eğer öyleyse, değişim ve dönüşümün sadece ve sadece akla, zekâya dayalı bir idrak olduğunu mu söylemeliyiz? Bir an için, aslanın, avı olarak kestirdiği bir ceylanı gözlediğini, avlamak için uygun bir zamanı beklediğini hayal edelim. İnsanlığı bir an için yeryüzünden kaldırabilme kurgu ve hayal gücümüzden faydalanarak, bu defa da ceylanın yavaş yavaş değişmeye başladığını, ceylan diyebileceğimiz tanımın ortadan kalktığını (tabii ki aslana göre) başka bir hal almaya başladığını düşünelim. Bu durumda aslan, geçmiş dönem tecrübelerinden, avı olarak gördüğü ceylanın bu değişimi sonucunda henüz ne olduğu belli olmayan görüntüyü “av” sınıfından çıkartmaya başlayacaktır. Zihninde nereye sınıflandıracağını bilmediği bir şeyin, bir av mı, ondan kaçması gereken bir şey mi, yoksa kendisine zarar vermeyen bir şey mi olduğunu anlayana, idrak edene kadar bekleyecektir. Ceylanın, değişim sonucunda, varsayalım ki bir ağaca dönüştüğünü gören aslan, artık ağacı, bir av olarak değil, gölgesinden faydalandığı, ara sıra da sırtını kaşımak için sürtündüğü bir şey olarak sınıflandıracaktır. Garip gelebilecek bu örneği, koşullandırma için yapılan bir deney ile somutlaştıralım. Yapılan deneyde, ekranda, bir köpeğe çember gösterildiğinde ve arkasından da bir düğmeye basmasıyla, bir kanaldan yiyecek elde edeceği öğretilmiştir. Köpek, çember gördüğü zaman bir delikten  yiyecek çıkacağına koşullanmıştır. Ancak, çember şekli yavaş yavaş elipse döndüğünde ve köpek düğmeye bastığında köpeğin bulunduğu zeminden elektrik çarpmaktadır. Böylece köpek, ekranda çember gördüğünde düğmeye basması ve karşılığında yiyecek alacağını buna karşılık elips gördüğünde düğmeye basarsa kendisine elektrik çarpacağını öğrenmiştir ve düğmeye basmayacaktır. Peki, öyle bir an var mıdır ki, köpek ekranda gördüğünün ne bir çember ne de bir elips olduğuna karar verebilsin? Köpek o kadar açtır ki, düğmeye basıp basmamakta kararsızdır. Çünkü ortada, düğmeye basmazsa aç kalacağı veya basarsa elektrik çarpabileceği BELİRSİZ yani sınıflandıramadığı bir durum vardır. İşte bu safha DEĞİŞİM safhasıdır. 

Şu halde dönüşüm, değişime göre daha fazla idrak edilebilir, sınıflandırılabilir, daha stabil, belirsizliği daha az, hayatımızdaki konumu daha fazla belli bir durumdur. Tabii ki, işin özüne, “değişmeyen tek şey değişimdir” anlayışıyla bakarsak, bu son tanımımız yetersiz olmasa da izafi kalacaktır. İnsanoğlu olarak tanımlarımızı, evrenin 13-14 milyar yıllık yaşına göre kısacık bir süre olan 70-80 yıl için yaptığından; binlerce, milyonlarca yıldaki değişikliği göremiyor, kısacık ömründeki zaman parçası içinde değişmez olarak anlamlandırıyoruz. Buna güzel bir örneği şu şekilde verebiliriz. Yakın zamana kadar, yeryüzündeki kıtaların aynen bugün olduğu gibi bir dağılımda olduğu, bu dağılımın değişmediğine inanılıyordu. Ta ki, 1930’lu yıllarda Wegener adında bir Alman’ın çıkıp da, bugünkü kıtaların daha evvel birbirleriyle birleşik olduğunu söyleyene kadar. (Yeryüzünün, kıtalardan çok daha büyük ve mağmanın üzerinde yüzen plakalardan meydana geldiği ve depremlerin nedeni oluşu. Levha/Plaka tektoniği). Buna göre, dünyamız hala şekillenmektedir Bu arada şekillenmek ile ne demek istendiği de tam olarak açık değildir. Yani dünyanın belli bir şekle ulaşmak gibi bir amacı yoktur. Böylece birkaç yüz milyon yıl sonra kıtalar, bugünkü şeklinden bambaşka bir şekil alacak, sonraki zamanda da şekillenmeye devam edecektir. Dolayısıyla böyle bir durum dönüşüm müdür, değişim midir sorusu ortaya çıkmaktadır. Yoksa, değişim ve dönüşüm, bizim o olay veya nesneyi, algılayışımızı kolaylaştırmak için zamana bağlı olarak ortaya koyduğumuz bir aldatmaca, bir izafi durum mudur? Değişim bir hareket, dönüşüm, varacağımız bir durak mıdır?

Konuya biraz daha devam edersek şunları söyleyebiliriz. Değişimdeki belirsizlik (varsa) bizde tedirginlik/şaşırma hali de yaratır. Bildiklerimizle mukayese edip ilişkilendiremediğimiz şeyler bir tehdit unsurudur. Ancak, gerek bilgi birikimimiz, gerek ihtiyaçlarımız, gelişen teknoloji vb gibi faktörler ile beraber bazen, değişimin bazı safhalarının sebep-sonuç ilişkileri gibi bağlantılar kuruldukça, o an için bize faydası olmasa da gözleyerek, deneyimleyerek, akıl yürüterek bir tanım geliştirmeye ve bu belirsizlikten kurtulmaya çalışırız.

Nihayetinde; zekâ olsun, duygu olsun, içgüdü olsun, değişim ve dönüşüm karşısında bir tepki verdiği (belki de tepkisiz kaldığı), değişim esnasında o anki durumun ne olduğunu sınıflandıramadığı düşüncesinden hareketle, değişim ve dönüşümün sadece insanoğluna değil, hayvanlar âleminin de algı alanı içinde kalabileceğini söyleyebiliriz. Söyleyebiliriz çünkü, bize korkmamızı, kaçmamızı veya saldırmamızı söyleyen beynimizde korku ve kaygılarımız ile ilgili amigdalaya ait bilgiler atalarımızdan genler vasıtasıyla geçmekte, çevre de bunu işlemektedir. Hayvanlarda zekâ olmadığını (!) düşünsek de, onların da amigdalası olması, değişim ve dönüşüme tepki vermek için insan olmak gibi bir zorunluluğu getirmemektedir.

İnsan, dönüşüm ve değişim sürecindeki tüm safhaları, bu süreçteki belirsizliği kavramış da olsa, anlamlandırmış da olsa, insan zihninin kendisini daha rahat ettiği durumlar, değişime göre durağan olan (dönüşüme uğramış) ortamlardır. Çünkü, dönüşmüş (bir anlamda stabil olmuş) hallere göre değişim, insanı daha fazla tehdit eder görünmektedir. Dönüşmüş bir hal, insan tarafından sınıflandırılmış, yani zihnindeki diğer bilgilerle ilişkilendirilmiş ve belirsizliği büyük ölçüde kaldırılmış olan nesne ve olaylardır. Böyle bir durumda insanın ne tür tavır alacağına, o şeye yaklaşması gerektiğine mi, tehdit olduğu için uzaklaşması gerektiğine mi veya o şeyin kendisi için nötr olduğuna mı karar verecektir? Buna karşılık, değişim, dönüşüme göre daha fazla kontrol edilmesi, daha fazla zihinsel faaliyet harcanması, belki de dönüşüm hallerine göre bizi daha fazla tehdit eden ve değişkenliğin nedeni olan argümanların sayısının durağanlığa göre daha fazla oluşu, biz insanoğlunu daha fazla kaygılandıracak, korkutacak, tedirgin edecektir. Olayları kontrol edebildiğimiz ölçüde, yaşam bizim için daha rahat olacaktır. Değişkenliğe göre durağanlık bizim için daha az tehdit edici, daha anlamlıdır. Çünkü, durağanlıkta o şeyi meydana getiren argümanların birbirleri ile ilişkilerini anlamak, o şeyin bütününü çevremizdeki bir konuma anlamlandırarak koymak daha kolaydır. Dinginliğin olduğu ortamda, o şeyden yeni bilgiler edinmek, o şeye yeni değerler atfetmek, dingin olan o şeyi sembol haline getirip yaşantımız içinde kullanmak bizi daha az rahatsız eder ve hatta bize rahatlık ve güven sağlar.

Bir reklam sloganı ve buna getirdiğim yorumla yazıma son vereyim. “Kontrolsüz güç, güç değildir.” Tabii ki bu düşünce tamamen, insanı merkeze alan, yani kendi varlığımızın çıkarını düşünerek, korkularımızı da içinde barındıran bir slogan bir söz olmalı. Çünkü doğanın bir şeyi kontrol etmek gibi bir derdi olduğunu, kontrolsüz güçten(!) de rahatsız olduğunu hiç sanmıyorum. İnsanoğlu, yüzyıllardır, kontrol edebildiklerini hayatında var etmek, edemediklerini ise yok etmek anlayışı ile yeryüzünde var olmuş, çeşitli kültürler oluşturmuştur. Durgunluk ve değişmezlik daha kolay algılanabilir ve yönetilebilir olduğundan, değişim onun için daima bir tehdit unsuru olmuştur. Böylece değişmez olarak gördüklerine inanmaya, bu inancın alışkanlıklara dönüşmesine, çevresine bu inancı aşılamasına, böylece dogma ve bağnazlığı da yaymasına neden olmuştur.

Erol
Her tanrı kavramı, boş gevezeliktir. Ama tanrısallık fikri, bütün fikirlerin fikridir.
-Novalis, Fragmanlar

Ne bir kuş, ne de bir ağaç umursayacak
İnsanoğlu tümüyle yok olsa bile
Ve baharın kendisi uyanınca şafak vakti
Bilmeyecek bile artık gittiğimizi
- Sara Teasdale, Yağmurlar Çiseleyecek

Karanlığı olmayan geceler de vardır,
Ama yalnızca gecedir zifiri karanlığı olan.
- Petter Bergman, Beşinci Gece

Kimsenin ahiret hakkında düşünmeye cesaret edemediği şey şuydu: Belki de ahiret bu dünyadaki hayatın tıpatıp aynısıdır.
- Adam Phillips, Tekeşlilik

Eşyaları biriktirmek için bir çaba gerekir. Ama onlardan kurtulmak için harcanan enerji daha da fazladır.
-Kōbō Abe, Kutu Adam
New Scientist'te 2006 ve 2008'de yayınlanan araştırmaların sonuçlarına göre, bir ülkede refah düzeyi, bilime erişim kolaylığı, eğitim düzeyi, bilimsel araştırma yoğunluğu ve ilişkili diğer değişkenler arttıkça, halkın evrim gibi bilimsel gerçekleri kabullenişi de artıyor. Araştırmada, her ne kadar Ortadoğu ülkelerinden sadece Türkiye'ye yer verilmiş olsa da, ülkemizde Evrim Kuramı'nın, diğer tüm ülkelere göre çok daha az kabul edildiği görülüyor. İkinci sırada yer alan ABD ise, aynı zamanda halk arasında tutucu ve bilim karşıtı propogandaların merkezi olmasıyla meşhur bir ülke.

Araştırmada sonuçları görülen soru "İnsanlar, geçmişte yaşamış diğer hayvanlardan ortaya çıkmışlardır (gelişmişlerdir)." sorusuna katılıp katılmamayı ölçecek şekilde sorulmuş. Biliniyor ki insanların kendilerini diğer hayvanlardan ayrı bir yere koyma tutkusu, Evrim Kuramı'nı da kısmen kabul edip, kısmen reddetme durumunu doğuruyor. Özellikle gelişmiş ülkelerde, halktan birçok insan, evrimin diğer canlılar için doğru olduğunu çok daha yüksek yüzdelerle kabul ederken, insana evrimin uygulanmasının doğru olmadığını belirtiyorlar. Ki bu bilimsel olarak hatalıdır; insan biyolojik açıdan diğer hayvanlardan farklı değildir.
BİR KİŞİYİ TANIMA İSTEĞİMİZİN NEDENİ; o kişiyi tehdit alanımızın içinde olup olmadığına göre kategorize etme ve davranışımızı belirleme ihtiyacından doğar. Onun içindir ki, şirketimize yeni gelen veya karşı dairemizdeki yeni bir komşu ilk etapta bizim için tehdittir. Tanıma isteği; karşı tarafın, bizdeki benzer değerlerini arayıp (gelenek-görenek, örf-adet, düşünme biçimi vb.), kendimizi GÜVENDE hissetme ihtiyacıdır. Tanıma isteği (!); MERAK mekanizmasının da içinde olduğu doğuştan gelen bir DÜRTÜDÜR. Bilincimiz, bu dürtüye sonradan katılarak, karşı tarafı tanıma (karşı tarafa yaklaşım) strateji ve ayrıntılarında yardımcı olur. Karşı tarafı tanıma isteği ile korku ve kaygıyı kontrol eden mekanizma beynimizde, LİMBİK SİSTEM denilen yerde, AMİGDALA olarak isimlendirilen ve beynimizin her iki yarıküresinde yer alan badem büyüklüğündeki oluşumlardır. (Amigdalanın anlamı "badem" demektir)
Erol
Sinirbilimciler, geliştirdikleri bir teknik ile, yuvarlak solucanların sinir hücreleri arasındaki bağlantıları yeniden düzenleyerek, davranışlarında değişiklik yapılabileceğini gösterdiler. Eğer bu yaklaşım, insanlara da taşınabilirse, beynin nasıl çalıştığı hatta bilincin ne olduğunu anlamaya yönelik yeni bir ufuk açılacak gibi görünmektedir. Hatta bu çalışmalar, epilepsi (sara), Alzheimer, şizofren gibi hastalıklardaki sinir bağlantılarının ne olduğunu anlamada yeni bir çalışmayı başlatabilir. İnsan beyni üzerindekiler de dâhil olmak üzere, bu bağlantıların nasıl oluştuğu hakkındaki birçok çalışmadan elde edilen bilgiler, çalışmaya yardımcı olmaktadır.

Beyindeki bu bağlantı örüntüsünün (pattern), davranışları kısmen nasıl etkilediğini bulmak ve ne tür bir fonksiyon gösterdiklerini gözlemek için, bağlantıları hassas şekilde modifiye etmek (düzenlemek) gerekmektedir. Dr. William Schafer önderliğindeki araştırma ekibi, İngiltere Cambridge’deki moleküler biyoloji laboratuvarında yaptığı çalışmalarda, yeni bir aletle, yuvarlak solucanlarda, nöronlar (sinir hücreleri) arasındaki sinaptik bağlantıları (sinirlerin uzantılarının birbirlerine bağlandığı noktalar) değiştirebilmektedirler.

YUVARLAK SOLUCANLARIN NÖRONLARI (SİNİR HÜCRELERİ)
Yuvarlak solucanlar, sinirbilim alanında çalışmak için mükemmel organizmalardır. Yuvarlak solucanlarda tanımlanmış ve iyi karakterize edilmiş 302 adet nöron (sinir hücresi) vardır. Ayrıca bu sinir hücreleri arasında, birbirleriyle olan bağlantı sayısı da kabaca 7000 kadar olup, bununla ilgili geniş araştırmalar da yapılmıştır. Bu basit sistem üzerindeki çalışma bir bakıma, bizim gibi daha kompleks bir kitle olan beyin üzerinde çalışma imkanı da verecektir. Eğer küçük gruplar halindeki bu nöronlar arasındaki özel bağlantıları değiştirebilirsek, bu bize, nöronların fonksiyonlarını dolayısıyla karakteristik rollerini anlamada yardımcı olacaktır.

YENİ TEKNİK NASIL ÇALIŞIYOR
Nöronlar, ister yuvarlak solucanda olsun ister insan beyninde, birbirleriyle kimyasal ve elektriksel olarak olsun, sinaps adı verilen bağlantılarla iletişime geçmektedirler. Bu bağlantılardan kimyasal sinaps olarak adlandırılan bağlantılar, çok kompleks ve karışık proteinler olup, transgenik (iki farklı genomun iki DNA segmentinin birleşmesi ile alakalı )modellerde zor ve kendisini kopyalar gibi görünmektedir. Buna karşılık, elektriksel sinapsların (sinirler arası bağlantı noktası) işi, tek tip proteinlerden yapılı kanallar olduğu için daha basit olarak görülmektedir. Bu proteinin doğası, omurgalı ve omurgasızlarda farklılık gösterir.

Dr. Schafer ve ekibi, omurgalılardaki kavşak boşlukları için yaptığı çalışmanın avantajını (yolunu) kullanarak, yuvarlak solucanın erbezine DNAyı enjekte etti. Böylece, diğer nöral bağlantılarla bir etkileşimin olmadığından emin oldular. Diğer kuşak yuvarlak solucanlarda, bu genlerin etkisiyle yeni nöral bağlantıların oluştuğunu gördüler. İki farklı nöron çiftindeki bu yeni bağlantıların etkilerini test ettiler. Öncelikle, iki hücre arasında daha evvel olmayan bağlantıları gözlediler. Bu nöronlar normalde, yuvarlak solucanların “tuza” verdikleri tepki için kullandığını biliyorlardı. Genelde tuz, nöronlardan birindeki aktiviteyi arttırırken diğerinde azaltır. Ne zaman ki yeni bir bağlantı kurulsa, birinde artan bir aktivite ile diğerinde de arttığı görüldü. Bu ise, onları, tuza karşı olan duyarlılıklarını sınırladı.

Diğer taraftan, yuvarlak solucanın diğer koku nöronları incelendi. Bu nöronlar engelleyici kimyasal sinapslar ve elektriksel sinapsları da içerecek şekilde dış uyarana aynı tepkiyi verirler. Bu da, yuvarlak solucanların koku alma duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Bağlantı değişiklikleriyle ilgili bu çalışmalar sadece araştırmacıların alanında değil, aynı zamanda klinik uygulamalarda da kullanılabilecek gibi görünmektedir. Sözgelimi, bir kişi beyin hasarı alırsa ve beynin bu kısmı etkilenirse, yeni bağlantılarla hasarlı kısım bypass yapılarak yeni yolların yaratılacağını örnek gösterebilir.

Çeviri: Erol
I'm Telling You for the Last Time (Son Kez Anlatıyorum), Jerry Seinfeld'in 1998'de Broadhurst Theatre'da sahnelediği ve HBO tarafından kayda alınan stand up gösterisidir. Seinfeld'in yayınlanan ilk gösterisi olma özelliğini taşıyan bu gösteri, aynı zamanda (adından da anlaşılacağı üzere) "son" olma iddiasını taşımaktadır; ancak Seinfeld, bundan sonra da -dayanamayıp- birkaç gösteri sahnelemiştir.

Bu gösterinin "son" olma iddiası, bir bakıma "Seinfeld" adlı efsane dizinin sonuna gelinmesi ve bu dizide geçen çoğu esprinin zaten gösteride de kullanılmış olmasıdır hiç kuşkusuz. Zira bitecek olan dizi, bu gösteri ile birlikte, son kez anılmış olacaktır.

Gösteri daha sonra aynı adı taşıyan albüm olarak piyasaya sürülmüş ve büyük ses getirmiştir. Nitekim 1999'da Grammy ödülü de kazanmıştır.

Açık bir biçimde söylemek gerekirse, gösterinin doğrudan "tanrı" veya "din" ile ilişkisi bulunmamakta ve hatta genel toplumsal irdelemeleri bile George Carlin veya Bill Hicks gibi rahatsız edici olmaktan uzaktır. Bir çok anlamda, sadece ve sadece bir "stand up"tır. Ancak blog kapsamında, yabancı stand up gösterilerini yayınlama kararımızın bir yansıması olarak, mizahi açıdan etkili ve başarılı olduğunu düşündüğümüz ve belki bir nebze dahi olsun hayata dair farklı bir sorgulayıcı bakış açısı katması sebebiyle bu gösteriye de yer veriyoruz.

Öte yandan, Seinfeld gibi başarılı bir diziyi, blog kapsamında ona ilişkin bir şey ortaya koymayacak olsak bile, bu şekilde anmak ve belki tanıtmak, bunu da Seinfeld'in olanca naifliğiyle bizleri güldürmeyi başarmasıyla gerçekleştirmek istedik.

İyi seyirler!

Hayyam