George Carlin'in It's Bad for Ya! adlı son gösterisinden önceki gösterisi olan Life Is Worth Losing (Hayat Kaybetmeye Değer), 5 Kasım 2005 tarihinde, Carlin neredeye 69 yaşındayken Beacon Theater'da sahnelenmiş ve HBO tarafından yayına sunulmuştur.

Carlin, daha önceki senelerde sergilediği performanslarında fiziksel bakımdan oldukça dinç iken, bu gösterisinde artık yaşının getirdiği yorgunluğu bizlere yansıtmaktadır. Ancak gösterisinin çarpıcılığını etkilemiyor bu yaşlılık, hatta ilginç bir şekilde, gösterinin daha da çarpıcı olmasına sebep oluyor.

Carlin, her gösterisinde toplumu, dini, siyaseti eleştirmekte, insanların ahmaklıklarını gözler önüne sermekte, bunu da oldukça sert ama eğlenceli bir üslupla yapmaktadır. Bu gösterisi de, tıpkı öncekiler gibi, bu kurum ve oluşumlara eleştiriler getirmekte ve insanların "saçma" birçok inanış ve düşüncesini mizah konusu haline getirerek sorgulamaktadır. Ancak bu tipik özelliklerin yanı sıra, Carlin'in yaşlandıkça gösterilerine sinen depresif sayılabilecek hava ve anlayış da oldukça dikkat çekicidir.

Ölüm ve intihar üzerine eğilen Carlin, özellikle gösterinin sonlarına doğru kendinden yola çıkarak belki de insanoğlunun karanlık iç dünyasını büyük bir samimiyetle ele almaktadır:
Sanırım şu ana kadar hayatta keyif aldığım şeylerden birinin aşırılık olduğu kesinlikle anlaşılmıştır. Ölçüsüz şeyleri severim. Ölçüsüz davranışı, ölçüsüz dili, ölçüsüz şiddeti severim. Keyifli, ilginç, heyecan verici.

Doğanın ölçüsüzlüğünü seviyorum. Bu yüzden doğal afetleri seviyorum. Bütün bu olup biten doğal afetler var ya, hepsine bayılıyorum. Onlara doyamıyorum. Doğa çığırından çıkıp bir şeyleri sağa sola savurduğunda insanları korkutup mallarına zarar verdiğinde çok mutlu bir herif oluyorum.

Ben şu açıdan bakıyorum. İnsanlar asırlardır doğaya zarar verecek müdahale edecek, onu kirletecek her şeyi yaptı. Ormanları tıraşlama, dağlardan maden çıkarma atmosferi zehirleme, okyanuslarda aşırı avlanma gölleri, nehirleri kirletme, sulak arazilere, yeraltı su tabakasına zarar verme... İşte doğa bunlara bir cevap verip bir kafaya bir de taşaklara geçirince mutlu oluyorum.

İnsanlar için en ufak bir sempati duymuyorum. Hiç. Ve insanlar ne çeşit bir felaketle karşı karşıya olursa olsun, insan ya da doğa kaynaklı olursa olsun her zaman daha kötüye gitmesini umuyorum.

Siz ummuyor musunuz?

İçinizde gizliden gizliye her şeyin kötüye gitmesini isteyen bir parçanız yok mu?

Televizyonda bir yangın gördüğünüzde yayılmasını istemiyor musunuz? Tamamen kontrolden çıkıp altı eyaleti yakıp kül etmesini istemiyor musunuz? İtfaiyecileri tutmuyorsunuz, değil mi? Kimsenin zarar görmesini istediğimden falan değil de yangınımı söndürsün istemiyorum. O benim yangınım. Doğanın gösterişi, eğlencesi o. Yangınları seviyorum.

Başka neyi seviyorum biliyor musunuz? Ortabatı'daki bahar sellerini. Müthiş değiller mi? Vakitleri hiç şaşmaz. Ama artık anlamaya başladım. Her yıl aynı hikâye. Farklı bir sel, aynı yer aynı insanlar, aynı nehir. Aynı insanlar! Bu insanlar taşınmıyor. Taşınmazlar da. Yeniden boyuyorlar, yeni halı döşemesi, duvar kâğıdı yapıyorlar ve nehrin yanına, taşkın yatağındaki aynı sikik evlere geri dönüyorlar. Sonra da niye büyükanneleri kafasındaki muhabbet kuşuyla akıntıya kapıldı diye merak ederler.

Dördüncü kez. Dördüncü kez, dört! Bu insanların bir öğrenme eğrisi yok. Bunlara üzülmek çok zor. Her yıl aynı insanlar aynı kayıklarla kürek çekip bir tavuğu kurtarıyor.

O ne boktan bir yaşam öyle?
Dile getirmeyi kendimize yakıştıramadığımız şeyleri söyleyebildiği için George Carlin sadece bir komedyen olarak değil, belki bir anlamda cesur bir düşünür olarak bile ele alınabilir. Kaldı ki, onun gösterileri asla sadece mizah üzerine kurulmamış, derin ve ağır bir sorgulama ve eleştiri yağmuru çerçevesinde şekillenmiştir.

İyi seyirler!

Hayyam

Breathe me, everytime you close your eyes 
Taste me, everytime you cry 
This memory will fade away and die 

Şarkının ilk nakaratlarına girmek üzereyken, ahşap platformun ucuna kadar geldi İlker. O kadar zorlamıştı ki sahnenin sınırını, siyah botlarının burnu boşluktaydı ve sadece kalın topuklarıyla basıyordu ahşap platforma. Bacaklarını birleştirmiş, göğsünü şişirmiş, sağ elindeki mikrofonu kırmızı kablosundan sallandırırken; kızarmış, kısık gözlerindeki yarı saydam tabakanın arkasından meydan okuyordu dinleyicilerine.

How many times, 
How many times?
Now I can look you in the eye, 
Now I can look you in the eye!

Salondakilerin çoğuna aşinaydı gözleri. Hepsi fabrikada seri üretilmiş gibiydi. Sırtı ıslanmış beyaz gömlekler, sahte taşlı kolyeler, sivri burunlu cilalı iskarpinler, çingene pembesi elbiseler, içinden etli parmaklar fışkıran burnu açık topuklular, her gün kesilmekten sertleşip zımparaya dönmüş kirli sakallar, sıcaktan yüzlerine bir yağ tabakası çalınmış gibi parlayan memnuniyetsiz suratlardan ibarettiler. 

Hep aynı insanlar, hep bu mekana gelir, aynı içkileri içer, aynı dumanları solur, aynı şarkılara eşlik eder, aynı dansları yapar, aynı hormonlarla sırılsıklam olur ve her gecenin sonunda ‘hep aynı şarkıları çalıyorlar’ diye burun kıvırır, şikayet ederlerdi. Yeni bir şarkı duyduklarındaysa hemen yüzlerini ekşitir, sıkılır, başka mekanlara gitmek isterlerdi. Aceleleri vardı eğlenmek için. Tüm hafta, soğuk beton bloklar, dev camlar, granit tabanlar, lake masalar, lcd ekranlarla çevrilmiş sentetik bir dünyada bordrolu köleler olarak çalıştırılırlarken, hafta sonunu hayal eder, tüm ezilmişliklerinin acısını tek bir günde çıkarmak isterken nasıl bir ucubeler ordusu olduklarını asla fark edemezlerdi. 

Aynı kısır döngü başa sarmadan önceki tek günde, içebildikleri kadar içmeli, olabildikleri kadar sarhoş olmalı, hayallerindeki erkek ya da kadını, bulamayacaklarını bile bile aramalı, en sonunda o kadar hazırlık boşa gitmesin diye içlerinden bir tanesini kapıp kimin evinde çiftleşeceklerinin gizli mücadelesini vermeliydiler. Mühim olan çarşafları kimin yıkayacağıydı!

Müzik beğenilerini, kalın enseli yapımcıların paralarını saçarak oluşturdukları en iyiler listelerindeki solaryum şarkıcılarının, birbirinin kopyası ucuz, dijital şarkılarıyla belirleyen bu duygusuz robotlara başka ne çalınabilirdi? ‘Alın size hiç bilmediğiniz bir şarkı!’ diye geçirdi içinden İlker öfkeyle. Mikrofonu salona doğru uzattı, öne doğru uzanarak: ’Şimdi sizde!’ diye bağırdı. Hayatı boyunca hiç mikrofon uzatmamıştı seyirciye. Şarkı söylemek onun işiydi, seyirci dinlemeliydi. Şimdi söyleyemesinler diye yapmıştı bunu. ‘Haydi Pink Bar!’ diye üsteledi. Sahi, kitleye bulundukları mekanın ismiyle hitap etmeyi akıl eden ilk salak kimdi?

How many times, how many times?
Now I can look you in the eye, now I can look you in the eye!

İnsanlar anlamamışlardı, on beş dakika öncesine kadar ezbere bildikleri o saçma şarkılarla kendilerinden geçmişçesine dans ederlerken, İlker tüm havayı değiştirmişti birden. Gecenin sonuna doğru birkaç duygusal şarkı çalındığı olurdu ama eğlencenin en yoğun olduğu bu saatte görülmüş şey değildi. Uzattığı mikrofona anlamsız gözlerle bakan insanların şaşkınlığından tuhaf bir haz duydu İlker. Mikrofon onundu. ‘Siktir et’ diye geçirdi içinden. Şarkının hakkını vermek gerekirdi. Bugün yalnızca kendisi için, sahnedeki son gününün şerefine söyleyecekti. Şarkının son bölümüne doğru yükselen partisyonlarla birlikte karnına doğru eğildi, diyaframını sıkıştırdı ve kuyruğuna basılmış bir kedi gibi dört dönerek söylemeye başladı nakaratları. 

Şarkı bittiğinde salona arkası dönüktü. Diz çökmüş yere bakıyor, nefeslenmeye çalışıyordu. Belli belirsiz, coşkusuz bir alkış geldi sadece. Grup arkadaşları da ne olduğunu anlayabilmiş değillerdi. Şaşkınlıkla İlker’i izliyor, birbirlerine sorgulayan gözlerle bakıyor, alışkın olmadıkları bu durumu kanıksamaya çalışıyorlardı. Mekan sahibi Ahmet de program saatinde çıkmayı pek sevmediği ses izolasyonlu ofisinden çıkıp gelmiş, barın kısa kenarında bulduğu boş bir yere dayanmış ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Baştan aşağı simsiyah takım elbisesi, yaraları yüzünden yer yer köseleşmiş kirli sakalları, dehşet saçan kıpkırmızı gözleriyle kendi mekanının konseptine hiç de uygun değildi. Onu gören bir tek davulcu Rıdvan olmuştu. ‘Haydi bakalım şimdi boku yedik işte’ diye mırıldandı kendi kendine. Yeni şarkı için sehpasından gitarını alan İlker’e seslenmeye çalıştı ama İlker’in kimseyi duymaya niyeti yoktu. Gitarının akordunu dikkatlice düzelttikten sonra salona döndü, herkesin dikkatini çekmeyi başarabileceği kadar bir süre hareketsiz ve sessizce bekledikten sonra, bir arpej çalmaya başladı. Tüm grup elemanları aynı anda birbirlerine baktılar. Doğru muydu işittikleri? Mum Çocuk’tu bu!** Albümleri için hazırladıkları ve albüm çıkana kadar hiçbir yerde çalmayacaklarına kendi aralarında söz verdikleri, en iyi şarkılarıydı. Hele böyle bir mekanda! Fakat yapacak bir şey yoktu, İlker sözlere başlamıştı bile.

Her şeyden, uzak...
Gerçekten, çok yakın.
Ben hayal ettikçe olur.
Ben istersem zaman durur...

Gözlerini kapatmış, son şarkısını söylüyordu İlker. Yaşadığı hayatı, müziğe olan aşkını, emeklerini, hayallerini, kaybettiklerini birkaç dakikalık bir şarkıya sığdıramayacağını biliyordu. ‘Plan bu değildi’ diye düşündü. Böyle olmayacaktı, olmamalıydı. Yıllar sonra yaşlandığında, kendisine bakamayacak, başkalarına muhtaç duruma gelecek olursa, kendisini öldürmeyi planlamıştı hep. Çok zordu insanın kendi hayatından vazgeçmesi belki ama kendini yeterince hazırlarsa yapabilirdi. Belki gerek kalmayacaktı buna ama hayallerinde hep o ilk albümünü çıkarmak, müziğini insanlara dinletmek vardı. Ölüm anı geldiğinde yapmak için var olduğu şeyi çoktan yapmış, misyonunu tamamlamış bir sanatçı olmaktı düşlediği. Fakat bugün düştüğü bu durum daha önce aklının ucundan bile geçmemişti. Bugün bu daracık, köhne, ihtiyar barda; loş ışıkların yağ gibi akıp vücutları vıcık vıcık ettiği bu izbe yerde; bir gün gerçek müziğini, kendi müziğini çalacağı o büyük konser sahnelerine çıkıncaya kadar, sadece hayatını kazanabilmek, karnını doyurabilmek için leş kokulu, çürümüş şarkılar çalmak zorunda olduğu bu sahnede söylememeliydi son şarkısını!

Sessice yükselip göklere, dokunsam bulutlara
Her şeyden uzakta, insan ve kargaşa. Hanginiz farkında?

Ahmet’le göz göze geldi gitarıyla distortionlu riffleri çalarken son nakarattan önce. ’Ben sana yapacağımı bilirim’ der gibi bakıyordu. Bir an girdiği yolun dönülmezliğini hissetti içinde ve ürperdi İlker. Evet bitmek üzereydi her şey, gerçekti bu. Ahmet’in onunla konuşmaya fırsatı bile olmayacaktı! O sadece gecenin sonundaki hasılatı düşünürdü. Biraz sonra olacakların pisliği temizlendikten sonraki tek sıkıntısı da, ertesi gece o sahneye İlker yerine kimin çıkacağını düşünmek olacaktı. Ölü insanları dert etmezdi o, hayatı boyunca fazlasıyla görmüştü onlardan! Evet, yarın herkes olanları unutacak, hayatlarına devam edecekti. Tüm program boyunca onunla göz göze gelebilmek için kendilerini hırpalayan yeni yetme kızlar, yarın hayranlık duyacakları başka bir et yığını bulacaklardı. Arkadaşları, neler olduğunu anladıklarında şok olacaklardı belki de, çok üzüleceklerdi. Çok severlerdi onu, biliyordu. Fakat hayat bir şekilde devam edecek, kendi hayallerinin ortağı olamasalar da yeni hayaller kurup onların peşinden gideceklerdi. Babası kim bilir ne zaman öğrenecekti! Mezarına ilk kez geldiğinde üzerinde çiçekler açmış olacaktı çoktan. Kız kardeşi Esra, en çok o üzülecekti belki de. Fakat hayatının amacını asla gerçekleştiremeyecek olan Abi’sinin nasıl ziyan olacağını da en iyi o bilirdi. Çok üzülecekti ama gurur duyacaktı Abisiyle!. Annesi; bir tek ona yapamazdı bunu. Herkes unuturdu ama bir tek o unutmazdı. Canlı yüzünü güçlükle hatırlayabildiği annesinin ölmüş olduğuna hayatı boyunca ilk kez seviniyordu. Aksi olsa, bugün ölebilecek kadar özgür olamazdı!

Çıplak ayaklarıyla, koştu mum çocuk, en güzel rüyasına
Küçük bir adımla, uçtu mum çocuk, en beyaz bulutlara

Birden içinde bir sıcaklık hissetti. Bu şarkıyı bunun için yazmamıştı. Midesi bulandı, gözleri doldu. Başka şeyler anlatmak için kendi yazdığı sözler, şimdi kendisine başka şeyler çağrıştırıyordu. Ne hissettiğini kendi de bilmiyordu fakat önemsememeli, düşünmemeliydi. Her şey buraya kadardı, kabullenmiş ve bir karar almıştı. Bu Dünya’da en sevdiği şeydi şarkı söylemek. Hatta yapabildiği tek şeydi. Şarkı söylemeden yaşayamazdı! Kimse ona ‘bir daha asla şarkı söyleyemeyeceksin’ diyemezdi! O doktorun ağzını burnunu kırmadığı için pişman oldu belki bininci kez. Nasıl bu kadar duygusuz, yavan olabiliyorlardı? Gözlerinin önünde yaşarken yok olan hayatlara nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyorlardı? Hayır, o başka bir iş yapamazdı. Aklından bile geçiremezdi. Tüm hayatı müzikti, şarkı söylemekti. Sadece gitar çalmak da yetmezdi onu hayatta tutmaya. Başka bir çaresi yoktu. Belki on bininci kez tekrar etti Kurt’ün ölmeden bıraktığı mektuptaki son sözlerini içinden. ’Sönüp gitmektense, yanmak daha iyidir!’ Ne yazık, Kurt’un, Jim’in, Jimi’nin, Janis’in, Amy’nin, ‘Ian’ın öldüğü yaşa erişememişti daha. O çok merak ettiği yirmi yedi yaş lanetini yaşayamayacaktı. O kendi lanetini bulmuştu ama sesi asla onlar kadar çok çıkmayacak, onlar kadar hatırlanmayacaktı. O yüzden var gücüyle, kendi varoluşundan tek bir iz bırakmamacasına, boğazında sağlam kalan son ses tellerini de parçalayarak adeta, haykırdı bir tek kaydı bile olmayan son sözlerini:

Artık içerdeyim, bütün bu düş benim, benim boynum ipten, benim boynum ipten...

Şarkı tamamen bitmemişti ama vakit gelmişti, duramazdı daha fazla. Bebeğini beşiğine yatıran bir anne gibi şefkatle ve usulca bıraktı gitarını sehpasına. Arkadaşlarına bakmadı, bakamadı ve hızla indi sahneden. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken, o üst kattaki kulise doğru merdivenleri çıkıyordu hızlı adımlarla. Sadece önüne bakıyor ve bitiremediği şarkısının son sözlerini, kendi son saniyelerini yaşadığının buz gibi farkındalığıyla, çalmaya devam eden arkadaşlarıyla birlikte, uzaktan, mikrofonsuz tekrar ediyordu...

Benim boynum ipten, 
Benim boynum ipten, 
Benim boynum ipten...

Çok fazla zamanı yoktu. Kulisin kapısını kendi arkasından kilitledi. Açık pencereye kaçamak bir bakış attı. Pencere arka bahçeye bakıyordu ve kış olduğu için orası kapalıydı. Kimseye bir zarar vermeyecekti. Aşağıya bakmamalıyım diye düşündü, korkuyordu. Düşünmemeliydi, düşündükçe daha çok korkacaktı. Ölümdü bu, zaten bir gün gelecekti. Şimdi o ölüme, kendi isteğiyle gidiyordu. Yaşamanın zaten bir anlamı yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. İnsanlar yaşam amaçlarını hazır bulur ya da kendileri belirler, o uğurda ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Yaşamaya tahammül edebilmenin tek yoluydu bu. O da kendi amacını bulmuş, yalnızca şarkılarını söylüyordu. Kolu kopabilir ya da bir gözü kör olabilirdi mesela. O zaman devam edebilirdi çünkü bunlar şarkı söylemesine engel değildi. Gözlerini kendi bedeni üzerinde gezdirdi, kollarını, bacaklarını inceledi. Bir hayvandı o! Zihni gereğinden fazla gelişmiş bir hayvan, bir organizmaydı sadece. Sonsuz evrende, sonsuz zamanda minicik, önemsiz, görülmez bir noktaydı. Evren için ya da dünya için bir önem arz etmiyordu. Yokluğu da varlığı kadar önemsiz olacaktı. Kendi önemini ortaya koyan tek şey bilinciydi. Bedeni öldüğünde bilinci de ölecekti. Şu an vardı, tüm bu olanları düşünüyor, hissediyor, terliyor, titriyor, korkuyordu. Fakat birazdan yok olacak ve hepsi önemini yitirecekti. Canı hiç acımayacaktı, bedeni kaldıramayacağı acılara karşı kapatacaktı algısını, biliyordu. Biraz sonra bunların hiçbirisini düşünemiyor olacağı hiçliğe karışacaktı. ‘Korkmuyorum’ diye geçirdi içinden. Korkuyordu!.. Nefes alışları hızlanmış, kalbi hızla atmaya başlamıştı. Gözlerini kapattı, ‘benim boynum ipten’ diyordu hala. Derin bir nefes aldı. Alışacaklardı.. Herkes, her şeye alışırdı. Düşünmeyi bıraktı ve son sözünü söyledi, yüksek sesle, son kez...

Benim boynum ipten!...

* Placebo - Happy You’re Gone
** Mum Çocuk, sözleri ve bestesi Kül grubuna ait bir şarkıdır. İlker karakteri ve 
öykü kurgusaldır. Gerçekle ilgisi yoktur.

keytarist 
UFO; ''Unidentified Flying Objects'' kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuş teknik bir terim. Tam Türkçe karşılığı ''Tanımlanmamış Uçan Nesne'' olarak kabul edilebilir. Fakat popüler kültürde UFO terimi, uzaydan gelen Dünya dışı akıllı yaratıkları taşıyan, genellikle dairesel yapıdaki hava taşıtlarını ifade ediyor. Teknik anlamda ise, fark edildiğinde ne olduğu anlaşılamamış her türlü obje, ışık yansıması, göz yanılgısı, insan yapımı hava taşıtı vs. UFO kapsamına giriyor. Biz bu yazımızda UFO terimini, gerçek anlamında kullanacağız. Dünya dışından geldiği varsayılan uzaylılara ait hava taşıtlarına ise ''Uçan Daire'' dersek yazı boyunca oluşabilecek kafa karışıklıklarının önüne geçmiş oluruz. 

UÇAN DAİRELER

Uçan daire teriminin ortaya çıkışı da bir hayli ilginç aslında. İlk uzaylı ziyaretleri iddiaları daha eskilere dayansa da, bugün bildiğimiz anlamdaki uçan daire furyasını başlatan olay 1947 yılında yaşanmış. ABD'li sivil bir pilot olan Kenneth Arnold, Rainier dağı civarında uçarken, mavi ışıklar saçan ve hilal şeklinde dizilmiş 9 uçan cisim görür ve bunların yeni bir uçak modeli olduğunu düşünür. Cisimlerin uçuş hareketini ''suda sektirilen çay tabakları''na benzeten Arnold'la röportaj yapan gazeteciler, cisimlerin ''çay tabağı'' şeklinde olduğunu yazarak ''flying saucer'' (uçan çay tabağı, dilimizde kullanılan anlamında ''uçan daire'') terimini farkında olmadan icat etmiş olur. Kenneth Arnold olaydan 3 yıl sonra verdiği başka bir röportajda şunları söylüyor: 

''Gazeteler dediklerimi doğru aktarmadı... Gördüklerimi basına anlattığımda söylediklerimi yanlış ilettiler ve kapıldıkları heyecanın etkisiyle olsa gerek, bir iki gazete öyle çetrefilli bir anlatım kullandı ki, neden bahsettiklerini kimse tam olarak anlayamadı... Gördüğüm cisimler azgın sulardaki tekneler gibi çırpınıyor, sağa sola savruluyor gibiydi... Nasıl uçtuklarını betimlerken de, daire şekilli bir cismi alıp suyun üzerinden fırlatırcasına uçtuklarını söyledim. Gazetelerin çoğu bunu da yanlış anladı ve yanlış aktardı. Cisimlerin daire şeklinde olduğunu söylediğimi yazdılar; oysa ben cisimlerin dairesel tabaklar gibi devindiğini söylemiştim.''

Arnold'un gördüğü 9 cismin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz ama belki de bu tarihi yanılgı, peşinden gelecek yeni ihbarlardaki UFO'ların ve popüler kültürün sinema ve edebiyatta sunduğu ''dünya dışı akıllı yaşama ait hava taşıtlarının'' daire şeklinde tasvir edilmesinde ciddi bir psiko-sosyal etkiye sahip olacaktı. Aslında aerodinamik yasalara göre hızlı ve iyi uçmasını istediğiniz bir hava taşıtını daha farklı bir geometride tasarlamak isteyebilirsiniz ama biz burada bu konuya girmeyelim. Çünkü uzaylıların dünyamızı ziyaret ettiğini kabul edeceksek, bunu yapabilmeleri için biz insanların algılayamayacakları düzeyde bir bilgi ve teknoloji seviyesinde olabileceklerini de peşinen kabullenmemiz gerekir.

EVRENDE YALNIZ MIYIZ?

Kendimi ne zaman uçan dairelerin gerçekten var olup olmadığı, uzaylıların dünyayı ziyaret edip etmediği konularında bir tartışmada bulsam ve bu konuda gerçek bir kanıtımızın olmadığını belirtsem, peşinden gelen ilk soru her zaman ''ne yani, evrende yalnız olduğumuzu mu düşünüyorsun?'' oluyor. Halbuki, dünyanın uzaylılar tarafından ziyaret edilip edilmediği ile evrende başka yaşamların var olup olmadığı birbirinden tamamen ayrı incelenmesi gereken konular. Elimizdeki veriler şimdiye kadar gerçekleştiği iddia edilen uzaylı ziyaretlerinin tek bir tanesinin bile kanıtının olmadığını gösterse de bu, evrenin başka yerlerinde başka yaşamlar olmadığı anlamına gelmiyor. 

UFO denince akla ilk olarak ''Dünya dışı medeniyetler tarafından tasarlanmış hava taşıtları''nın gelmesi gibi, ''dünya dışı yaşam'' dendiğinde de akla ilk olarak yıldızlararası seyahat edebilen süper zeki yaratıkların gelmesi de her dem kendi mitlerini yaratan popüler kültürün ürettiği ve bu tür gizemlere bayılan bilişsel yapılarımızın iştahla beslendiği bir yanılsamayı işaret ediyor. Oysa dünya dışı yaşam araştırmalarını yürüten bilim insanlarının öncelikli beklentisi, kocaman kömür gözleri olan küçük yeşil yaratıklardan ziyade, mikroskobik düzeydeki ilkel yaşam formlarına ulaşmak. Böyle bir keşfin gerçekleşmesinin bilim dünyasında yaratacağı sarsıntı, -gerçek olsun ya da olmasın- yeni bir uçan daire vakasının ufoloji meraklıları arasında yaratacağı sarsıntıdan çok daha şiddetli olacaktır.

DÜNYA DIŞI YAŞAM İHTİMALİ

Bir sahte bilim olarak ufolojiyi incelemeden önce, inanırlarına güçlü felsefi dayanak noktaları oluşturan dünya dışı yaşam ihtimallerinden bilimsel düzeyde bahsetmemizde yarar var. Bu konuda yapılan çalışmalar henüz somut sonuçlar üretmese de, bilim insanları eldeki mevcut astronomik verileri ve matematiği kullanarak bazı tahminler yapmaya çalıştılar. Bunlardan en bilinenlerinden biri, evrende var olabilecek teknolojik uygarlıkların sayısını tahmin etmemizi sağlayan Drake Denklemi'dir. Denklem, mevcut astronomik verilere dayanarak gerçeğe yakın rakamlar verebildiğimiz galaksi içindeki yıldız sayıları ya da yaşanabilir gezegen sayıları gibi faktörlerin yanında gezegenler üzerinde yaşam oluşma ihtimali ve bu yaşamların akıllı yaşama evrilebilme ihtimali gibi tahminsel parametreleri içerir. En ihtiyatlı ihtimallerle hesaplandığında bile çıkan sonuç 4 haneli rakamlarla ifade edilir ki bu sonuç en radikal ufoloji meraklılarının bile tüylerini ürpertebilecek düzeydedir.

1971'de SETI Projesinin (Search for Extra-Terrestrial Intelligence; Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) hayata geçmesiyle dünya dışı akıllı yaşam araştırmaları en sonunda somut bir hale büründü. Bu projenin kurucularından biri Carl Sagan'dı ve bu konuda daha sonra sinemaya da aktarılan ''Contact (Mesaj)'' isimli romanını yazdı. Proje, evrenin farklı noktalarından gelebilecek doğal olmayan radyo emisyonlarını tespit etmeyi ve bulunması halinde incelemeyi hedefliyordu fakat yıllar süren çalışmalardan dünya dışı akıllı yaşama dair herhangi bir ize rastlanamadı.

NASA ise 2009'da Kepler Projesi'ni başlatarak 100.000'in üzerinde yıldız sistemini incelemek üzere aynı isimli uzay aracını uzaya gönderdi. Bu araştırma dahilinde Kepler Uzay Aracı, Samanyolu Galaksisindeki yıldızların yörüngelerinde, suyun sıvı halde kalabildiği ''yaşanabilir'' bölgede bulunan gezegenleri saptamaya çalışıyor.

NASA'nın ''Kepler Görevi'' sitesine buradan giderek an itibariyle kaç onaylanmış gezegen olduğunu görebilirsiniz. Bu yazının yazıldığı an itibariyle onaylanmış gezegen sayısı 1019'du. Henüz bu gezegenlerde yaşam olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat Kepler Aracı'nın yalnızca Samanyolu Galaksisinin küçük bir kısmında yapmış olduğu bu araştırmada, yaşam bulundurma ihtimali olan bu kadar çok gezegen tespit etmesi umut verici. Samanyolu Galaksisinde 200 Milyar ila 400 Milyar arası yıldız olduğu tahmin ediliyor ve Kepler bunların yalnızca 100.000 tanesini inceliyor. Bu şu anlama geliyor, eğer Samanyolu Galaksisini bir futbol sahası büyüklüğünde hayal ederseniz, Kepler Uzay Aracının incelediği alan penaltı noktasından biraz daha küçük bir alana denk geliyor. Galaksimize benzer 100.000.000.000 (Yazıyla Yüz Milyar)'dan fazla başka galaksi içeren Gözlemlenebilir Evren'i bi futbol sahası boyutunda düşündüğümüzde ise tarıyor olduğumuz alanı bir elektron mikroskopuyla bile görebileceğimiz şüpheli!


Evren o kadar büyük ki, başka bir yerinde başka bir yaşamın, hatta milyonlarcasının başlamış olması gerektiğini düşünmemek için hiçbir nedenimiz yok. Yine de bu yaşamlardan bazılarının hayatta kalmayı başararak önce ökaryotik canlılara, sonra da akıllı canlılara evrimleşmesi; bu akıllı canlıların medeniyetler kurması ve yıldızlararası seyahat edebilecek düzeyde bir teknolojik düzeye erişmesi aşamalar geçildikçe azalan ihtimallerdir. Buna rağmen binlerce teknolojik uygarlığın var olabileceğini söylüyoruz. Peki bu teknolojik uygarlıkların Dünya'yı fark etmeleri ihtimali nedir?

Evrenin Büyük Patlamadan bu yana, yaklaşık 13,8 Milyar yıldır sürekli genişlediğini düşündüğümüzde, yıldız sistemleri ve galaksiler arasındaki mesafeler hayal etmesi güç rakamlara erişiyor. Eğer başka galaksilerde yaşayan çok ileri teknolojide uygarlıklar varsa ve gezegenimizi bir şekilde fark edip, yüzeyindeki yaşam hareketliliğini görebilecek kadar gelişmiş teleskoplarıyla bizi izliyorlarsa bile gördükleri şey şu anki yaşamdan çok farklı olabilir. Örneğin, bu uygarlık bize 150 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir gezegende yaşıyorsa, şu an gezegenimize baktıklarında görecekleri ilk şey dinozorlar olacaktır. Çünkü görüntü, aslında ışıktır ve ışık hızında ilerler. Bize en yakın galaksi olan Andromeda Galaksisinin Dünya'ya olan ortalama uzaklığı 2.5 Milyon ışık yılıdır ve oradan şu an bizi izleyen bir uygarlığın göreceği şey uzak evrimsel atalarımızdan Hominini'lerden başkası olmayacaktır. İçinde yaşadığımız Samanyolu Galaksisinin çapı yaklaşık 100.000 ışık yılıdır ve kendi galaksimizin öbür ucundan bizi gözetlemesi muhtemel bir uygarlığın görebileceği şey de henüz yazılı tarihini başlatamamış ilkel insanlar olacaktır.

Zaman boyutunu diğer muhtemel uygarlıklar için de değerlendirebiliriz. Evrende şu an var olan ya da gelecekte var olacak gelişmiş uygarlıklar olabileceği gibi, çoktan yaşayıp yok olmuş başka uygarlıklar da olabilir ve gezegenimizi keşfedebilme ihtimalleri olan zamanlarda dünyamıza baktıklarında bizler henüz var olmamış olabiliriz.

Evrenin ücra bir köşesindeki mütevazi bir galaksinin varoşlarında, sessizce devinimini sürdüren ''soluk mavi nokta'' dünyamızın başka uygarlıklar tarafından keşfedilmesi ihtimalini külliyen reddedemesek de, bu ihtimali; bireysel yaşantılarımızdaki yalnızlık kaygılarımızın kitlesel boyuttaki yansımalarına çare niyetine fazlaca abartıyor olup olmadığımızı sorgulamamızda yarar var gibi görünüyor.

SAHTE BİLİM: UFOLOJİ

Asıl konumuz olan ''sahte bilim ufolojiye'' geri dönersek, uzak yıldızlardan dünyamızı ziyarete gelen uzay araçlarına ve uzaylılara ait hikayeler, ufoloji kaynaklarının iddialarına göre tarih öncesi zamanlara kadar gidiyor. Aynı kaynaklara göre binlerce yıl öncesinden kalma mağara resimleri, heykelcikler ve daha yakın dönemde resmedilmiş bazı tablolarda bugün bildiğimiz anlamdaki uçan daire ve uzaylı imgelerini andıran örnekler mevcut. Tabi bunların doğrudan doğruya Dünya'yı ziyaret eden uzaylıların varlığına dair kanıt olarak göstermek fazla iddialı olur. 

Uzaylılar tarafından kaçırılma hikayeleri ise daha yakın dönemlere denk geliyor. 19. yüzyılın sonlarına doğru birkaç hadisenin olduğu iddiaları olsa dahi, uzaylı ziyareti ve kaçırılma vakası iddialarının ''kitlesel bir istilaya'' işaret etmeye başlaması 20. yüzyılın ortalarını buluyor. Bugün 4 milyondan fazla ABD'li uzaylılar tarafından kaçırıldığını iddia ediyor! Bunların yanında, ufoloji inanırlarının mitleştirme noktasına getirdiği Rosewell Olayı, Phoenix Işıkları, 51. Bölge ve Ekin Çemberleri gibi özel vakalar da var fakat bu olayların hepsi için yapılmış itiraflar ya da ikna edici resmi açıklamalar mavcut. Gerek vakaların gerçekleştiği ülkelerin resmi kurumları olsun, gerekse NASA, ESA, SETİ gibi dünya dışı yaşam araştırmalarının merkezindeki oluşumlar olsun, şimdiye kadar gerçekleştiği iddia edilen hiçbir uzaylı ziyaretinin gerçeği yansıtmadığını ısrarla belirtiyorlar. Dünya dışı yaşama dair bir kanıtın bulunmasının, bu kurumların bütçelerine doğrudan etki edecek olduğunu düşünürsek, konu hakkındaki görüşlerinin, beklentilerinin tersi yönde olduğunu düşünebiliriz. Bu durum da hali hazırda saygınlığı üst düzeyde olan bu kurumların konu hakkındaki görüşlerinin güvenilirliğini arttırdığı anlamına gelir.

Şimdiye kadar uzaylılar tarafından kaçırıldığını ya da uçan daire gördüğünü iddia eden milyonlarca insanın aynı anda yalan söylüyor olması mümkün mü peki? Niyeti rant, sahtekarlık ya da muziplik olanlarının belki fakat geri kalan önemli bir bölüm iddialarında dürüst ve samimi. Peki hem dürüst, hem samimi olduğumuz halde söylediklerimizin yanlış olabilmesi mümkün mü? Algılarımız bizi yanıltıyorsa neden olmasın? 

UÇAN DAİRE DEĞİLSE, O ZAMAN NE?

Aşağıdaki liste şimdiye kadar uçan daireler ve uzaylı ziyaretlerine dair yapılmış milyonlarca ihbarın gerçekte ne olduğuna dair bilim insanlarınca hazırlanmış ve Evrim Ağacı'nın UFO'ların Bilimsel Analizi isimli makalesinde yayınlanmıştır:

1- Üst Atmosfer

- Meteorlar

- Uydu girişleri
- Roket ateşlemeleri
- İyonosfer deneyleri
- Gök-kanca deneyleri
- Aurora (Kutup) Işıkları
- Noctilucent Bulutlar

2- Alt Atmosfer


- Uçaklar

  - Güneş yansıması
- Hareketli ışıklar
- İniş ışıkları
- Meteoroloji Balonları
- Işıklı balonlar
- Işıksız balonlar
- Öbek halindeki balonlar
- Bulutlar
- Arama Işıkları Yansımaları
- Yıldırımlar
- Yıldırım hatları
- Yıldırım zincirleri
- Yıldırım plakaları
- Plazma fenomeni
- Top Yıldırım Patlaması
- Uçakların bıraktıkları izler
- Yalancı Güneş (Parhelya)
- Yalancı Ay (Paraselen)
- Sis ve Pus Yansımaları
- Hareler
- Pilot hareleri
- Keşif Balonları
- Reklam amaçlı
- Işıklandırılmış
- Baloncuklar
- Lağım atıkları
- Sabun köpükleri
- Askeri test araçları
- Askeri deneyler
- Magnezyum patlamaları
- Göç eden kuşlar 
- Sürüler
- Bireyler
- Yansımalar
- Seraplar
- Üstün seraplar
- Alçak seraplar

3- En Alt Atmosfer


- Kağıt ve diğer atıklar

- Uçurtmalar
- Yapraklar
- Örümcek ağları
- Böcekler
- Sürüler
- Güveler
- Yansımalar
- Elektrik yük boşalmaları
- Tohumlar
- İpekotu tohumları
- Tüyler
- Paraşütler
- Havai Fişekler

4- Yeryüzü veya Civarındaki Cisimler


- Toz fırtınaları

- Güç hatları
- Transformatörler
- Yüksek Sokak Işıkları
- Yalıtım Araçları
- Cam Yansımaları
- Su Tankları
- Yıldırım Atımları
- TV Antenleri
- Hava Ölçüm Panelleri
- Otomobil Işıkları
- Göller ve Su Birikintileri
- Yol Gösterici İşaretlerin Işıkları
- Fenerler
- Buzullar
- Açılı ve Yansıtıcılı Çatılar
- Radar Antenleri
- Radyo Astronomi Antenleri
- Böcek Sürüleri
- Yangınlar
- Petrol Rafinerileri
- Sigara İzmaritleri

5- Diğer Cisimler ve Nedenler


- Gezegenler

- Yıldızlar
- Yapay Uydular
- Güneş
- Ay
- Meteorlar
- Kuyruklu yıldızlar
- Sonradan Görüntü (After-Image)
- Otokinezi
- Sabit olmayan yıldızlar
- Yer değiştiren yıldızlar
- Düşen yaprak etkisi
- Otostazi
- Göz Kusurları
- Astigmatizm
- Miyop
- Gözlüksüz yapılan gözlemler
- Gözlük yansımaları
- Entropik fenomenler
+ Retina hasarları
+ Göz cisimcikleri
- Halüsinasyonlar
- Psikolojik sorunlar
- Farklı kombinasyonlar ve özel efektler
- Fotoğraf kayıtlarında oluşan hatalar
- Gelişim hataları
- Kamera içi hatalar
- Radar hataları
- Anormal kırınımlar
- Saçılma etkisi
- Hayalet görüntüler
- Kuşlar
- Böcekler
- Çoklu kırılmalar
- Sahtekarlıklar

İnsan beyni duyu organlarıyla algıladığı şeyler hakkında bilgi sahibi olmadığında, yaşadığı boşluğu doldurma eğilimindedir. Zihnimizde ne olduğuna dair hiçbir veri bulunmayan bir şey gördüğümüzde, beynimiz onu veri tabanındaki en yakın nesneye ''yuvarlar''. Gün geçtikçe yayılan ve süslü teknolojik terminolojilerle beslenerek insanların gizem fetişini teslim alan UFO miti, ne olduğu bilinemeyen her türlü obje için zihinlerin başvuracağı ''ilk'' veri haline gelmiş gibi görünüyor. Sözde uçan daire ve uzaylılar tarafından kaçırılma vakalarının, uzay teknolojisinin gelişip evrene olan merakı körüklemeye başladığı bir zaman aralığında ve çoğunlukla bu teknolojileri üreten toplumların yaşadığı Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa bölgelerinde yaşanmış olması da bu çıkarımları destekliyor.


KAÇIRILMALAR

Uzaylılar tarafından kaçırılma vakalarına gelindiğinde ise çok daha ciddi, kitlesel bir psikoloji sapmasından bahsetmemiz gerekiyor. Sanrılar zannettiğimizden çok daha yaygın ve sadece ileri derecede psikolojik rahatsızlığı bulunan insanların başına gelmiyor. Sıradan insanların neredeyse 1/4'ü hayatları boyunca en az 1 kez sanrı görüyor. Psikiyatrik bulgulara göre bu deneyimler gerçek hayattan ayırt edilemeyecek kadar gerçekçi sahneler oluşturabiliyor. Özellikle ''Uyku Felci'' olarak adlandırdığımız, bir çok farklı kültürde farklı şekilde mitleşmiş, bizim kültürümüzde de ''karabasan'' olarak adlandırılmış fenomen, UFO'lar tarafından kaçırılma vakalarının büyük bir kısmını açıklıyor. Carl Sagan bu konuda şöyle yazıyor:

''Raporlara bakıldığında, kaçırılma olaylarının çoğunlukla uykuya dalma, uyanma ya da özhipnotik (kendi kendini hipnotize etmeye bağlı) dalgınlık tehlikesinin yüksek olduğu uzun otomobil sürüşleri sırasında görüldüğü anlaşılıyor.'' 

Bu sanrıların oluşmasında, korku duygusunun rolünü de iyi anlamak gerekiyor. Korkunun, evrimsel süreçte dış dünyanın tehlikelerinden korunmaya yönelik, hayatta kalmayı destekleyen bir özellik olduğunu düşünen bilim insanlarının sayısı oldukça fazla. Fakat modern zamanda içinde yaşadığımız medeniyette, uzak atalarımızın içinde yaşadığı vahşi yaşamdan büyük ölçüde izole olmuş durumdayız ve belki de bu evrimsel mirasımız kendine yeni muhattaplar yaratmak konusunda hiç zaman kaybetmiyor. Carl Sagan, uzaylı hikayelerinin, geçmiş dönemlerde Hristiyan dünyasında yaşanmış ''cadı'' hikayelerinin ya da İslam kültüründeki cin hikayelerinin modern versiyonu olduğunu düşünüyor. Karanlık Bir Dünya'da Bilimin Mum Işığı isimli ünlü kitabında şöyle yazıyor:

''1960'ların başlarında, UFO öykülerinin dinsel özlemlerin giderilmesi amacıyla ortaya atılmış olduğu kanısındaydım. Bilimin eski dinlere karmaşık ve sorgusuz bir bağlılığının olduğu bir zamanda, Tanrı hipotezine bir başka alternatif getirilmişti: UFO'ların derin güçleri bilimsel jargona büründürülmüş olarak, üstünkörü bir bilimsel terminolojiyle ''açıklanıyor'' böylelikle, eskinin tanrı ve iblisleri, bize geleceğe ilişkin düşler gördürmek, daha iyi bir gelecek vaadinde bulunmak üzere göklerden çıkagelerek peşimize düşmüş oluyorlardı: Bir uzay çağı, gizem dini doğmuştu.''

Yine aynı kitapta halkbilimci Thomas E. Bullard'ın şu sözleri de aktarılıyor:


''Uzaylılarca kaçırılma raporları, tanrısal varlıkların yerine uzaylıların konulduğu, eskilerin doğaüstü güçlerle karşılaşma öykülerinin yeni yorumları gibi görünüyor''

Carl Sagan'a göre, genel olarak bilimcilerin vardığı sonuç şu:


''Bilim, hayaletleri ve cadıları inançlarımızdan çıkarmışsa da onların yerini hemen, aynı işleve sahip uzaylılar aldı. Yeni olan tek şey, süslü dünya dışı mekan fantezileri. ONun dışında, korku ve ruhsal drama yaşantıları tüm hızıyla geri dönmüş durumda. Geceleri her şeyin olası olduğu efsanevi dünya, içinde yaşadığımız gerçekliğin yeniden bir parçası oldu''


Sinema ve edebiyat gibi popüler kültür araçlarının, uzay teknolojisinin yeni yeni gelişmeye başladığı ve evren merakını gittikçe derinleştirdiği bu dönemde gizemlerle dolu bu spekülatif konunun üzerine balıklama atlaması ile gün geçtikçe giriftleşen sosyolojik etkileşim, UFO hikayelerinin gittikçe artan bir çılgınlık haline gelmesinde önemli bir pay sahibi olmuş gibi görünüyor. İlk uzaylı hikayelerinin komşu gezegenler Mars ve Venüs'ü işaret etmesi, bilimsel gelişmelerle birlikte iki gezegende de yaşam olmadığının anlaşılmasıyla hedeflerin değişmesi de yine bilimsel gelişmelerin toplum üzerinde yarattığı bilgi dağarcığının, konuyu kitlesel anlamda nasıl yönlendirdiğinin güzel bir göstergesi.

CARL SAGAN

Bu yazıyı hazırlarken, Carl Sagan'ın çalışmalarından fazlaca yararlandım fakat bunun özel bir nedeni var. -Ben de dahil olmak üzere- ne kadar objektif olmaya çalışsalar da tüm insanların inandıkları ya da ikna oldukları konuların safındaki kişilere daha fazla prim vermek, karşısında olanları da daha kolay görmezden gelmek gibi eğilimler gösterebileceğini kabul ediyorum. Fakat Carl Sagan'ı bu noktada farklı kılan durum, ''uzaylıları bulmak'' için bilimin tüm imkanlarını seferber etmiş ve bu uğurda yıllarca çalışmış bir bilim insanı olması. ''Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı'' isimli kitabında, ufoloji iddialarına ayırdığı geniş bölümde şimdiye kadar yapılan milyonlarca ihbarın içerisinde, yanılgının, sanrının ya da muzipliğin var olmadığı tek bir vakanın olmadığını ''üzülerek'' bildiriyor. Yine aynı kitaptan bir alıntıyla, yazımın son sözünü -bana göre- konunun en yetkin ve güvenilir kişisi olarak ona bırakıyorum:

''Ziyaret edilip edilmediğimiz konusuna benden daha fazla ilgi duyabilecek birini düşünemiyorum. Dünyadışı yaşamı doğrudan ve yakından inceleyebilmek, çok uzak mesafeden dolaylı gözlem yapmaktan çok daha iyi olur ve bana zaman kazandırırdı doğrusu. Uzaylılar kısa boylu, suratsız ve cinsel saplantılı olsalar bile, eğer burada bir yerlerdelerse onları tanımak istiyorum.''

keytarist

Sahte bilimler dizisinin diğer yazıları:
1- Kendine çelme takan insan
2- Siz kendinizi yormayın gezegenler halleder

Bilim meraktan doğdu... Hani insana mevlâsını da, belâsını da bulduran "merak" var ya? İşte, ondan...

Merak, durdurak bilmeyen, sınır tanımayan bir öğrenme arzusudur. Cansız maddelerde bulunmayan, üstelik canlıların yalnızca bir bölümünde görülen bir özelliktir. Bu yüzden, yaşayıp da "merak duymayan" yaratıklara "canlı" demeye kolay kolay dili varmaz insanın...

Örnek olarak ağacı alalım. Ağaç, içinde bulunduğu, içinde yeşerip dalbudak saldığı çevre hakkında merak duymaz. Hasbelkader oradadır. Sünger de, midye de öyle... Nelere gereksinmeleri varsa, rüzgar, yağmur, akıntılar getirir onları... Onlar da alabildiklerini alırlar, bu doğa olgularından... Ama, gün olur, doğa, onlara, yangın, zehir, deprem, etobur ve asalakları da getirir. İşte, o zaman, yaşadıkları gibi, gösterişsizce, tantanasız biçimde, öte âleme göçüp giderler.

Varoluşun ilk aşamalarında canlı yaratıklar hareketsizdi, doğaya kuldu. Ama, neden sonra, bazı canlılar bağımsız ve serbest hareket edebilme yeteneğini geliştirdiler. Bu yaratıkların doğayı, çevrelerini denetim altına alabilmelerinde önemli bir adım oldu bu... Yiyecekleri şeylerin ayaklarına gelmesini beklemek yerine, onları aramaya, onların peşine düşmeye başladılar böylece...

"Macera" dünyaya böyle ayak bastı. Macerayla birlikte de "merak" doğdu. Kıyasıya, acımasızca sürdürülen besin avında çekingenlik gösterenler, macerayı göze alamayanlar, doğayla ve çevreleriyle ilişkilerinde "tutucu" olanlar yaya kaldılar, ölüp gittiler. Kısacası, çevreye, çevrede olup bitenlere "merak duyma" varoluşun kaçınılmaz bedeli olup çıktı.
Irak ve Suriye’de ardı arkası kesilmeyen terör eylemlerinde bulunan IŞİD,  geçtiğimiz yaz ayından bu yana birçok arkeolojik bölgeyi de ortadan kaldırdı. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan ve tarihi açıdan oldukça önemli yapılar barındıran bölgede devam eden yıkımın ne yazık ki önüne geçilemiyor.

IŞİD Şubat ayı sonunda, militanların kazma ve balyozlarla binlerce eseri parçaladığı, Musul Müzesi’ni yerle bir ettiği videoyu yayınlamıştı. Bunun dışında IŞİD, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan  Roma dönemi metropollerinden Hatra kentini de yıkıma uğratmıştı. IŞİD, ayrıca para kazandıran bir girişim olarak tarihi eser yağmacılığını da teşvik ediyor.

Peki neden yıkımın önüne geçilemiyor? Bölgeden yıkıma ilişkin olarak, arkeologlara raporlar gelse de kapsamlı olarak bir hasar tespiti yapılabilmiş değil. Musul Müzesi’nden video görüntüsünün dışında hasara ilişkin pek fazla bir bilgi yok. Keza Hatra ve Nimrud metropolleri için de durum bu şekilde. Alman Arkeoloji Enstitüsü Irak saha ofisi direktörü Margarete van Ess de, hasarın büyüklüğüne ilişkin bilgi eksikliğini dile getirmişti.

İşte IŞİD’in, 2014’ün temmuz ayından bu yana Irak ve Suriye’de yıkıma uğrattığı tarihi alanlar:

1- Hatra

1985 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınan bu kent, M.Ö.300 yılında kurulmuş. Kent, Roma İmparatorluğu’nun hakimiyet alanı dışındaki bağımsız krallığın başkentiydi. Hatra’da, Yunan ve Roma’dan etkilenilmiş ve Doğu ile harmanlanmış bir mimari yapı göze çarpıyor. Bu özellik bölgenin İpek Yolu ticaretinde kullanılan bir merkez olduğunu gösteriyor.

Kentin, geçtiğimiz yaz aylarında IŞİD tarafından ele geçirilip cephanelik ve eğitim kampı olarak kullanıldığı söyleniyor. Hatra , Şubat ayının sonlarında buldozerle tahrip edildiği biliniyor.

2- Ninova

Asur, M.Ö.900-600 yılları arasında oldukça yayılmacı bir politika izleyen, Ortadoğu’nun büyük bölümüne yayılan ve antik dönemde imparatorluk olabilme özelliğini tam olarak taşıyabilecek tek devletti. Krallar ülkeyi Kuzey Irak’ta bulunan bir dizi başkentten yürüttü. Ninova da bu başkentlerden birisiydi. Şehir M.Ö.700 yıllarında Sinahheriba döneminde altın çağını yaşadı. Günümüzdeki modern Musul kentinin bir bölümü, bu kalıntıların üzerine kurulmuş.

IŞİD bölge de hakimiyeti ele geçirince Ninova da tehlike altına girdi ve yıkım başladı. Bu kent, ayrıca Musul Müzesi’nde sergilenen birçok eserin kaynağı konumunda.

3- Musul Müzesi ve Kütüphaneler

IŞİD’in şehri kontrol altına aldığından beri birçok el yazması eseri ortadan kaldırdığı haberlerde yer bulmuştu. Musul Üniversitesi kütüphanesi Aralık ayında yakılmıştı. Bunların içinde belki de en önemli yıkım Şubat ayında gerçekleşti. IŞİD, Musul’un simgelerinden olan 1921 yılında inşa edilmiş merkez halk kütüphanesini patlayıcılarla yerle bir etmişti. El yazması birçok eserin yanı sıra Arap bilim insanlarının kullandığı birçok araç gereç de yok olmuştu.

Kütüphaneden sonra yıkım sırası Musul Müzesi’ne geldi. Video, oldukça geniş yankı bulmuştu. Militanların, ellerinde çekiçlerle birçok heykel ve tarihi eseri yok ettiği, görüntülerde yer alıyordu. Müze, Bağdat’taki Irak Müzesi’nin ardından ülkenin en büyük ikinci müzesi olma özelliğini taşıyordu. Yıkımdan sonra, yetkililer tarafından yayınlanan demece göre, müzedeki eserlerin çoğunun kopya olduğu, orijinallerinin Irak Müzesi’nde sergilendiği belirtilmişti.

4- Nimrud

Şehir 3200 yılında kuruldu ve Asur medeniyetine başkentlik yaptı. Kazı çalışmaları bölgede 1840 yılında İngiliz arkeologlar tarafından başlatıldı. Kazılardan çıkarılan birçok heykel ve antik parça, New York’taki Metropolitan Museum of Art, İngiltere’deki British Museum olmak üzere birçok ülkeye gönderildi. Orijinal parçaların çoğu ise Irak’ta kaldı.

Arkeolojik alan, toprak bir duvarla 3.6 kilometrekarelik bir bölgeyi kapsıyor. Tamamı yeryüzüne çıkarılamayan ve geriye kalan kısımların, yeraltında korunaklı olduğu umulan kente, IŞİD’in tam olarak verdiği zararın boyutu belirlenebilmiş değil.

5- Horsabad

Horsabad kenti, Musul’a birkaç km uzaklıkta bulunuyor. Bu kent de bir dönem Asur medeniyetine başkentlik yapmış. Kent Asur Kralı Sargon tarafından M.Ö.717-716 yılları arasında yapılmış ve kabartmalar, heykeller çok iyi korunmuş. Asur, kraliyet törenlerini ve zaferlerini anlatan resimler görmek de mümkün. Kabartma ve heykellerin çoğu 1800’lerin ortasında Fransız kazı çalışmaları sırasında Chicago’daki Şark Enstitüsü ekipleri tarafından taşındı. Bazı parçalar da Irak ve Louvre Müzesi’nde bulunuyor.

IŞİD’in tarihi kentin tam olarak hangi kısmına zarar verdiği şu an için meçhul. Elde veri olarak sadece, yöre sakinlerinden ve Irak Tarihi Eserler Bakanlığı’ndan gelen bilgiler mevcut.

6- Hz. Yunus Türbesi

Yunus Peygamber Camii hem İncil hem Kur’an’da adı geçen Hz.Yunus adına yapılmış bir camii.

İslam’ın oldukça katı yorumunu benimseyen ve Hz. Yunus gibi peygamberlere saygı duymayı günah kabul eden IŞİD, 24 Temmuz’da camiyi boşaltarak patlayıcılarla yerle bir etti.

Asur kenti Ninova’yı oluşturan, iki dağdan birinin üzerine yapılmış bir Hristiyan kilisesinin tepesine kurulu olan cami, Irak tarihi açısından oldukça önem taşıyordu.

7- İmam Dur Türbesi

Samarra kenti yakınlarındaki İmam Dur Türbesi, Ortaçağ İslam mimarisi ve dekorasyonunun muhteşem bir örneğiydi. Geçtiğimiz Ekim ayında havaya uçuruldu.

8- Apamea

Kent, Roma devrinin zengin ticaret merkeziydi. Bölge aslında IŞİD’ten önce, Suriye iç savaşı sırasında yağmalanmaya başladı. Uydu görüntüleri tarihi alanlarda açılmış çukurların olduğunu gösteriyor.

Apamea’da bulunan ve daha önce varlığından haberdar olunmayan Roma dönemine ait mozaiklerin satılmak üzere söküldüğü ve IŞİD’in, satılan parçalardan on milyonlarca dolar elde ettiği söyleniyor.

9- Duro – Europos

Kent Fırat Nehri’nde bir Yunan yerleşimi olan bu kent sonraki yıllarda Roma İmparatorluğu’na bağlı bir karakol olarak kullanılmış. Europos, farklı mimarisiyle, dünyanın en eski Hristiyan kilisesine, çok sayıda tapınağa ve bir sinagoga ev sahipliği yapıyor.

Yağmacıların verdiği zararın boyutunu, kentteki kerpiç duvarların içindeki, oyulmuş halde bulunan arazinin uydu görüntüleri ortaya koyuyor.

10- Mari

Yaklaşık olarak, MÖ. 5000 yılında kurulan kent, MÖ. 3000-1600 yılları arasında, Tunç Çağı’nda, gelişmeye başladı.

Bir Sümer ve Amori kenti olan bölgede, arkeologlar tapınak, saray ve bölgedeki halkların ilk dönemlerine ışık tutacak, kil tabletlere yazılmış arşivler keşfetti.

Mari’nin kaderi de diğer yerlere benziyor. Elde edilen uydu görüntüleri ve yerel halkın verdiği bilgilere göre kent, özellikle kraliyet sarayı, sistemli bir şekilde yağmalanıyor.