ABD'de yaşayan ve Amerikan vatandaşı olan Avijit Roy, eşiyle birlikte bir kitap fuarına katılmak için gittiği Bangladeş'in başkenti Dakka'da baltalı saldırıya uğradı. Avijit Roy paramparça edilerek öldürülürken, eşi de ağır yaralandı.

Roy, özellikle köktendinciliğe karşı verdiği mücadeleyle tanınıyor ve sekülerizmi teşvik ettiği için radikal İslamcıları kızdırıyordu. Yazarın öldürülmesi hem ülkede hem de uluslararası kamuoyunda büyük tepki topladı. Yüzlerce kişi Bangladeş'in başkenti Dakka'da toplanarak, Avijit Roy'u andı ve saldırıyı kınadı. Öğrenciler, öğretmenler ve bloggerlar sokaklara çıktı, Roy'un öldürülmesini protesto etti.

Yerel emniyet müdürü Sirajul İslam, "Saldırıya birkaç kişi katıldı ve aralarından en az ikisi Roy ile eşine doğrudan vurdu. Saldırı sonrasında iki kanlı satır bulduk" dedi. Saldırıyla ilgili olarak henüz bir tutuklama olmadı ancak polis, suikasti öven yerel bir İslamcı grubun soruşturulduğunu bildirdi.

EĞER KARİKATÜRDEKİ TEYZENİN ne dediğini anladıysanız, bu anlamayı sağlayan yer; beynimizin sol yarıküresinde, şakağımızın biraz gerisine denk gelen ve WERNICKE olarak adlandırılan yerdir (alandır). Wernicke ismi, beynimizin bu kısmının ne işe yaradığını bulan kişinin adına izafeten konmuştur. Wernicke alanı, karşımızdaki kişinin ne konuştuğunu, ne demek istediğini anlamaya yarar. Eğer beynimizdeki bu kısım kaza, hastalık veya bir nedene bağlı olarak hasar görürse, karşımızdakinin konuşmalarını duyarız ancak duyduklarımız, sanki ilk defa duyduğumuz bir lisan gibidir. Konuşulanlara hiçbir anlam veremeyiz. Çünkü, Wernicke alanımız hasar görmüşse, karşı tarafın söylediği kelimelerin belleğimizdeki karşılıklarını bulup eşleştirecek ve ne demek istediğini anlamlandıracak kod çözücü sistem bozulmuş demektir.

Wernicke alanı sağlıklı ise, bu kısım, “başkalarının” konuşmalarını anlamlandırır. Eğer biz de bir cevap vermek istiyorsak, karşımızdakinin söylediği sözler Wernicke alanı tarafından anlamlandırılır, anlamlandırılan bu kelimeler/cümleler, bu defa BROCA olarak isimlendirilen yere çözülmüş kodları gönderir. Broca ismi de yine beynin bu alanı üzerine çalışan kişinin ismine izafeten konmuştur. Broca alanı bizim, karşı tarafa anlamlı cevaplar vermemizi sağlar. Eğer Broca alanı hasar görmüşse, bu defa da söylemek istediğimiz cümledeki kelimeleri söyleyemeyiz. Ne söylemek istediğimizi biliriz, ancak ağzımızdan, söylemek istediğimiz kelimeler değil, karşı tarafın anlamayacağı sesler çıkar. Sanki anlamsız bir lisanla konuşur gibiyizdir.

Zaman zaman karşımızdaki kişiye bir şey söylediğimizde, bizi yanlış anlar ve bu durumu biz, “sağır duymaz, uydurur” şeklinde ifade ederiz. Aslında beyin, kulak vasıtasıyla o kelimeyi duymuş ancak, belleğimizden o kelimeyi değil, yanlış bir kodlama ile ona yakın bir kelimeyi bulmuş, çıkartmıştır. Bunu aynısıyla akıllı telefonlardaki bir fonksiyona benzetebiliriz. Söz gelimi, konuşarak (telefonumuza söyleyerek) telefonumuzdaki haritada bir yer bulmak istediğimizde veya biz konuştukça telefonumuzun, konuştuklarımızı yazıya çevirdiğinde zaman zaman söylediğimiz kelimeyi değil, ona yakın bir kelimeyi ekranda yazdığını görürüz. Çünkü, ağzımızdan çıkan o kelimeye ait ses dalgası, telefonun bilgisayarı tarafından yanlış kodlanmış, bizim istediğimiz kelimeyi değil, ona yakın bir kelimeyi bulup çıkartmış ve ekrana yazmıştır. Dolayısıyla, “sağır duymaz uydurur” şeklinde tabir ettiğimiz bu olay, aslında gerçektir yani kişinin bilerek yaptığı bir yanlışlık değildir. Kaldı ki, bu yanlış anlamaları sizler de yaşamışsınızdır. Özetlersek, Wernicke alanımız, karşı tarafın söylediği kelimeyi değil, yanlış kodlamadan dolayı, ona yakın bir kelimeyi belleğimizden bulup çıkartır ve cümlelerimiz arasına katar. Böylece bilincimiz dışında bir yanlış anlama oluşur.


Erol
"Gay Byrne ile Hayatın Anlamı" adlı programa katılan Stephen Fry, kendisine sorulan "Öldükten sonra tanrı ile karşılaşsaydın, ona ne derdin?" şeklindeki soruya, birçok insanın milyonlar önünde veremeyeceği bir açık yüreklilikle cevap veriyor. Tanrının var olmadığını, ama varsa bile korkunç bir yaratık olduğunu söyleyen Fry, tanrının hiçbir şekilde saygı duyulmayı hak etmeyen bir cani olduğunu belirtiyor. Ateizmin sadece tanrıya inanmamak demek olmadığını, aynı zamanda bir tanrı varsa bile, onun nasıl bir tanrı olduğunu tartışma misyonuna sahip olduğunu ileri sürüyor.

Bu kısa video, Youtube'a yüklendiği tarih olan 28 Ocak 2015 tarihinden itibaren neredeyse 6 milyon kez izlendi ve çeşitli açılardan tartışma konusu oldu.  Özellikle Stephen Fry'ın görüşlerini açık bir biçimde ifade edebilmesi adına önemli olan bu videoya altyazı hazırlamanın da uygun olacağını düşündüm. Orijinal videoya şuradan ulaşabilirsiniz.

Videonun metnini de ayrıca alt tarafta bulabilirsiniz.

İyi seyirler.
Suudi Arabistanlı imam Şeyh Bender El Hayberi, dünyanın dönmediğini söyleyip, "Eğer dünya dönüyorsa bir uçak havada durduğunda Çin'in uçağa doğru gelmesi gerekmez miydi?" diye sordu. Sosyal medyada Suudi imamı ikna yarışı başladı.

Bir panelde öğrencilerin dünyanın sabit olup olmadığı yönündeki sorusunu yanıtlayan El Hayberi, “Dünya sabittir. Hareket etmiyor” dedi.

İmam, dünyanın dönmediği yönündeki fikrini, önündeki plastik su bardağıyla açıklamaya çalışırken “Bir kere bakalım, biz neredeyiz? Diyelim ki Serce havaalanından uçakla Çin’e gidiyoruz. Dünya dönüyor dediniz, değil mi? Peki, bana odaklanın şimdi, bu (su paketini gösteriyor) dünya. Eğer dünya dönüyorsa uçak havada durduğunda Çin'in uçağa doğru gelmesi gerekmez mi? Doğru mu yanlış mı? Eğer dünya aksi yönde dönseydi bu sefer de uçak asla Çin’e ulaşamazdı. Çünkü Çin de uçak gibi dönüyor olacaktı.” dedi.

GERÇEKTEN DE BÖYLE Mİ?

EĞER ÖYLEYSE bilginin en yüksek mertebeden olduğu üniversitelerde, akademisyenler arasındaki, görünen veya görünmeyen gerek makam gerekse akademik bilgileri ile ilgili çekişme ve savaşımını neyle açıklamalıyız? Bunun nedeni salt bilgi değil gibi görünüyor. Kaldı ki Einstein’ın kendisi de ego içerikli çekişmelerin içinde çokça bulunmuştur. Bunun nedeni, başka bir şey olmalıdır.

Nedenleri, daha doğmadan önce, gelecekteki davranışlarımızın genel amaçlı sınırlarını çizecek olan genlerimiz ve bu sınırları biraz daha keskinleştirecek olan yetişme ve yetiştirilme şeklimizde görebiliriz. EGO dediğimiz yapı, düşünen beynimizden çok daha fazla, LİMBİK SİSTEM denilen duygusal beynimize göbek bağıyla bağlıdır. Söz gelimi, bu sistem içinde bulunan; korku, kaygı, cinsellik ve hazlarımızdan sorumlu ve adına "Amigdala" denilen badem büyüklüğündeki bir yapının, genlerimize bağlı olarak biraz büyük veya küçük olması; bizi muhafazakar, saldırgan, cinsel isteği fazla veya az yapar. Yine, nasıl üretileceği genlerimizle geçen adrenalin bile bizi ne kadar hareketli yapacağına, ne kadar sinirli olacağımızı belirleyen “kortizol” ve daha binlerce neden bizim kişiliğimizi oluşturur. Ve yine, benden bağımsız çalışan AYNA NÖRONLARIMIN azlığı veya yeterli çalışmaması, hiç elimde olmadığı halde, daha az EMPATİ kurmama veya karşımdakinin davranışını yanlış değerlendirmeme sebep olacaktır. Bilgi, ancak "çıkarlarımız" doğrultusunda bizi yani egomuzu bir parça "ıslah" eder. Daha fazlasını değil. (Ayna nöronlar, karşı tarafın duygusal tutumunu anlamamda, hangi "ruh" hali içinde olduğunu, benim için, dost mu düşman mı olduğunu ve bir çok süreçlerde bireyin toplum içindeki uyumunda rol oynayan hatta hayatta kalmasına yardımcı olan, beynin belli bölgelerine dağılmış nöron (sinir hücresi) gruplarıdır. Ayna nöronlar, doğumdan itibaren hatta anne karnındayken, bebeğin, anne-baba ve çevresindekileri "taklit" etme yoluyla çevreye uyma (intibak etme) gibi birey için çok önemli fonksiyonlardan birini daha yerine getirir. Bu nöronların olmadığı veya az olduğunu varsaysak, davranışlarımız ve dış dünyayı algılarımız nasıl olurdu?)

Bizler genelde, hareketlerimizin "tümünü" düşünerek ve kendi mantığımızla yaptığımızı düşünürüz. Halbuki düşüncelerimizi, yapılan bir yemeğe benzetirsek, yapacağımız yemek, çeşidi ve tadı da ancak size verilen malzeme çeşidi ve miktarı ve de yemek tarifleri ile sınırlıdır. Hatta, ne kadar pişireceğiniz, ne miktar tuz atıp sosunu nasıl yapacağınız ile ilgili sınırlar çizilmiştir. Eğer, EGO formülü geçerli olsaydı, herkes, başını iki eli arasında alır, yeryüzündeki sayısı yedi buçuk milyarı geçen insanoğlu, ortak bir düşünce ile daha barışçıl yaşardı. Bunun mümkün olmamasının nedeni de, daha doğmadan çok önce bizlere verilen yemek malzemelerinin (genlerimiz, hormonlarımız vb.) ve doğduktan sonrakilerin (çevre, eğitim, yetişme, kültür) her birimiz için farklı olmasıdır. Herkesin, farklı malzemelerden yaptığı yemeklerin tadının, karşısındakinin yaptığından (davranışlarından/düşüncelerinden) daha iyi olduğunu iddia etmesi de son derece makuldür. Buradaki makuliyet, kişinin yaptığının veya düşüncelerinin “doğru” olduğunu değil, o kişinin yaşadığı toplum içinde ezilmeden varlığını sürdürmesi, sahip olduğu bilgiler dahilinde kendisini HAKLI görmesi anlamındadır. Ayrıca bize verilen yemek malzemelerinden kendimizin yaptığı ve hep aynı yemeği kendimizin yemek durumunda olduğu dil, din, gelenek/görenek, örf/adet gibi kavramları da katarsak, başkalarının yaptığı yemeği (karşımızdakilerin düşüncelerini) bunca zamandır alıştığımız ve artık zor vazgeçebileceğimiz kendi ağız tadımıza (kendi düşüncelerimize/hayat görüşümüze) tercih etmeyeceğimiz de makul bir düşünce olmalıdır.

Diğer taraftan, formülde, EGOYU tanımlarken ortada bir sıkıntı mevcuttur. Formüle bakarak ve biraz kurgu yaparsak, bilgimiz arttıkça egomuz sıfıra (0) mı yaklaşacaktır? Çünkü formül onu işaret ediyor görünmektedir. (Egonun sayısal değeri artıkça, 1 sayısının artan bu değere bölümü, sonucu sıfıra yaklaştırır). Keza, zır cahil bir kişinin (sıfır bilgi anlamında) egosunun da sonsuz olması gerekir. (1 sayısının sıfıra bölümü sonsuzdur). Görülüyor ki, formül, sembolik olarak da hata veriyor. Diğer taraftan, henüz, yetişkinler kadar bilgisinin olmadığı küçük bir çocuğu örnek alırsak, bu çocuğun, sahip olduğu bilgisinin azlığına bakarak, çok yüksek egosunun olduğunu söylememiz gerekirdi. Halbuki, küçük bir çocuğun da bulunduğu biyolojik yaş ve yetişme biçimine bağlı olarak kendisini algılama biçimi yani egosu vardır. Bizler, egoyu genelde ukelalık, burnu büyüklük, kendini büyük görmek olarak yanlış değerlendiriyoruz. Ego; BEN demektir. Yani, ego benim benlik algımdır.

Egonun sıfır olması demek, benim kendimi algılayamadığımı, diğer bir deyişle varlığımın bile farkında olmadığım anlamı çıkar ki bu durumda en azından bitkisel hayatta olduğum en fazlasından ise ölü olduğum anlamına gelir. Bu söz Einstein’a aitse (ki, internetteki kaynaklar çoğunlukla Einstein’ı işaret ediyor), böyle bir durumda bile kendisi, bilginin, insanı davranışsal olarak değiştirebileceği sınırları olduğunun zaten farkında olmalıdır.

Hani bazen şöyle cümleler duyarız: “Adam, üniversite bitirmiş ama adam olamamış. Diğer taraftan, diğer adam, ilkokul mezunu ama nerede nasıl davranacağını biliyor.” Aslında bunun cevabı basit olup bu yazının konusudur. Bilgi denilen kavram, alnımızın arkasında, beynimizin önünde bulunan prefrontal kortekse hitap eder ve onu eğitir. Bu tür bilgiler, akademik bilgi, entelektüel bilgi gibi kavramlar olarak isimlendirebiliriz. Halbuki “olgunluk” denilen davranışlarımızın temelini “limbik sistem“ denilen kısmın eğitilmesi oluşturur ki, bunu sınırlayan da genlerimizle gelen bilgi çerçevesinde, beyin yapısı ve hormonal sistem ile, artık kanıtlanmış olan, bir çocuğun altı yaşına kadar aldığı davranış temelli bilgilerdir. Çünkü bu yaşlara kadar nöronal bağlantılar, davranışsal olarak hemen hemen şekillenmiş olup, kişilik oluşmuştur. Sonraki zamanlarda  olacak değişiklik, bu şekli biraz törpülemek olacaktır. Buradaki törpüleme kavramı sadece “iyi “davranış olarak nitelendirilmemeli. Bu törpülenme, yani birey büyüdükçe ve hayata dair tecrübe edindikçe kendi “çıkarları” doğrultusunda bu kısmını daha fazla kullanır hale getirecektir. Söz gelimi, daha politik bir kişi olacaktır.

Zaman zaman, beğenmesek de, karşı tarafın yemeğinden tadıyorsak (karşı tarafın görüşlerini kabul ediyorsak/kabul ediyor gibi görünüyorsak) bunun nedeni, o an için kendi yemeğimiz kalmadığı için (kaynaklarımızın tükenmesi, kendimizi yeterli ifade edemediğimiz için üretimden yeterli pay alamama nedeniyle uyma zorunluluğumuz, birçok alanda karşımızdakinin bizden güçlü olması vb. ) izlediğimiz politika/stratejidir. Eğer formül geçerli olsaydı, Yeryüzündeki bunca çatışmayı da birisinin salt bilgi üzerinden açıklaması gerekirdi.

Çatışmayı, sadece fiziki değil, yazının başında da ifade edildiği gibi egoların savaşı olarak da gösterebiliriz. Evet, formülü şimdi bir kez daha düşünelim derim. Olayı, sadece bilgi olarak düşünenler için, bizim onları değil, onların bizi belirlediği (sadece fiziksel olarak değil, davranışlarımız olarak da) genlerimiz, beyin ve hatta vücut yapımız, yetiştiğimiz coğrafya, çevre şartları, dil, din örf/adet, gelenek/görenek kavramlarını tekrar bir kere daha gözden geçirerek uygun bir cevap bulmuş demektir. Uygulanabilir böyle bir cevap bulunamaz diye düşünenler misiniz? O halde, kendi yemek tariflerimizden bizi makul düşünceleri ile vazgeçirecek, herkesin ağız tadına uygun yeni tarifler bulup getirecek kişiler ortaya çıkana kadar EGO'lar savaşına kaldığımız yerden devam.


Erol
SONSUZ İLK
O bir büyük ışık, bir büyük müzik idi. Büyük boşluğun sabrı tükendi. Varlığa sahip çıktı. Ve büyük patlama ile Evren'in ilk çizgilerini çizdi. Son çizgisi milyarlarca yıl sonra yine kendine ait olacaktır.

TEVAZU
Tanrı, tek hücreli bir yaratıktan tutun da, yeraltı, denizaltı, yerüstü Evren'i kavrayan ve milyarları sıfır olan bir düzene sahip çıkar. Alçakgönüllülüğü odur ki, kendine sahip çıkmaz. Çünkü büyük yalnızlığının buna gereksinimi yoktur.

O ve İNSAN
Nisbet insana dairdir. Ve kendilerinin büyük kuruntusudur. Bize tenezzül payı bile olamaz. Zira, sevgimiz sizin gibi yüz binlerce alemin sahibidir.

ORANTI
Milyarlarca hücremizin hepsi birden Tanrı kesilse, biz yine büyük yaratıcıdan trilyonların biri bir zerre olamayız.

MERHABA
Şunu bilin: Tanrı dinlerden önce sizi yarattı. Bu yüzden sizi sever ve korur.

ÖTELERİN SAHİBİ
İnsanların vehmi (kuruntusu) Tanrının büyüklüğünü kapsayamaz. Ve orada kalır. İnsanlara yakışan akla bağlılıktır. Akıl (us) bilimden payını almışsa, Tanrının varolduğuna şehadet parmağını kor. Ötesi, bizim bileceğimizden kırk milyar konak ötededir.

OTURUŞ
İdrakimi senin katında köle bile yapamam.

GÖZ UCU
Ben Sana doğru kanat açtıkça, bakışların yanımdaki uzağa doğru kaçıyor.

İKİLİ GÖRÜŞME
Tanrıya bağlılığım hiç kimsenin karışamayacağı kadar duygulu ve içtendir.
Bu yazıdaki bazı kısımlar, yazının bütünlüğü ve sadece bu yazıyı (müstakil olarak) okumak adına daha önceki YALAN başlıklı yazının kısmi tekrarını içermektedir.

VICTOR HUGO, SİNİRBİLİMDEN (Nörobilim) çok yıllar önce, YALANIN, ZEKA gerektirdiğini anlamış. Gerçekten de, daha evvelki YALAN başlıklı yazımızda paylaştığımız gibi, beynimizin ön kısmı, yani alnımızın hemen arkası olan prefrontal korteks, yalanda, dürüst olmaya göre daha fazla çalışır; daha fazla enerji harcar.  Yalan söyleme esnasında bu kısmın daha fazla çalıştığını, enerji harcadığını fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) ismi verilen cihazla yapılan beyin taramaları ile anlıyoruz.

Peki, YALAN söyleme esnasında beyinde ne oluyor ve bu cihaz bunu nasıl belirliyor? Yalan söyleme esnasında beynin düşünen kısmına (prefrontal kortekse), DÜRÜST olduğumuz/DOĞRUYU söylediğimiz duruma göre, daha fazla KAN gidiyor. Gerekçe, yalan esnasında beynin bu kısmının daha fazla enerji tüketiyor olmasıdır. Bunun anlamı, bu kısım, kan vasıtasıyla taşınmakta olan daha fazla OKSİJEN ve GLİKOZ tüketiyor demektir. Peki, fMRI cihazı bunu nasıl anlıyor? Oksijen, lokosit yani diğer adıyla kırmızı kan hücrelerinin (alyuvarlar) içinde bulunan, kanın kırmızılığını veren ve yapısında bildiğimiz DEMİR olan hemoglobin vasıtasıyla taşınır. Yalan söyleme esnasında, sinir hücreleri enerji almak için oksijeni kullanır. Bu durumda, hemoglobindeki demir, oksijensiz kalır. İşte tam bu anda, oksijenini sinir hücresine veren demirin manyetik özelliği ortaya çıkar. fMRI denen cihaz da, demirden dolayı açığa çıkan bu manyetik alanın miktarını belirler. Buna BOLD (Blood-Oxygenation-Level-Dependent signal) deniyor. Yani, kandaki oksijenlenme seviyesine bağlı olarak ortaya çıkan sinyal miktarı. (Manyetik alan). (Daha fazla bilgi için, Beynimiz ve Biz -17 Beyin Görüntüleme/fMRI bakılabilir).

Sonuç olarak, YALAN SÖYLEME esnasında, beynimizin ön tarafının yarattığı manyetik alan, doğruyu söylemeye göre daha farklı olup, fMRI denilen cihaz bunu belirler. Çünkü yalan, Victor HUGO'nun da dediği gibi beyin için DOĞRU SÖYLEME (Dürüst Olmaya) göre fazladan bir "kurgu" gerektirir. Sanki bir problem çözmek, satranç oynamak, Agatha Christie veya Sherlock Holmes romanı yazmak veya sudoku çözmek gibi. Yani, yalan söylemek zeka işidir. Halbuki doğruyu söylerken beyin, zaten gördüğünü, duyduğunu aynısıyla söylediği için, ilave bir kurgu ve dolayısıyla fazladan enerji tüketmez. Dolayısıyla, gördüğünü, duyduğunu olduğu gibi söyleyen ve henüz gündelik politikaları öğrenmek zorunda kalmayan "çocuktan al haberi" ifadesi burada anlam kazanmaktadır. Ve yine, düşünme becerisi daha az olan kişilerin de yaklaşımı bu olmaktadır. Gerçekten de, yalan olduğu anlaşılmayacak "yalan söylemenin" BİR ZEKA işi olduğunu tekrarlayalım.

Tabii ki, yalan söyleme esnasındaki adrenalin artışı, kalp atımındaki artış, parmak uçları veya avuç içinin, bizim pek fark edemeyeceğimiz kadar terlemesi ve bunun da galvanik deri refleksi (GSR) denilen işlemle belirlenen işlemler olması da cabası.

Peki, DÜRÜST OLMAK neden CESARET işidir? İlginçtir ki, gücü elinde bulunduran bir kişi veya grup için doğruyu söylemek veya dürüst olmak (duruma göre) pek de zor bir şey değildir. Çünkü ne söylerse söylesin kaybedecek fazla bir şeyi olmayabilir. (Tabii ki burada her doğruyu söylemek, dürüstlük kavramına girer mi o da başka bir konu). Victor Hugo'nun, doğruyu söyleme, cesaret gerektirir ifadesi, belli ki, o şeyi doğru olarak söylediğinde bir şeyleri kaybedecek veya en azından zor durumda kalacak bir kişi için geçerlidir. Aksi halde, doğruyu söylemek neden cesaret işi olsun ki? Çünkü, söylenmesi cesaret gerektiren bir doğru varsa, bu doğrudan rahatsız olacak bir de ortam var demektir. (Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar sözü boşuna çıkmamış olsa gerek). İşte böyle durumlarda, beynimizin iki yarıküresinin içinde ve birbirine bakışımlı olan ve de bizim çok da egemen olamadığımız bir kısım, ANTERİOR SİNGULAT KORTEKS bize, bu doğruyu söylersek ne olur, söylemezsek ne olur çelişkisini yaşatır. Yine ona pek fazla hükmedemediğimiz ve bu doğruyu söyleyip söylememem, doğruyu söyleyeceksem nasıl söyleyeceğim konusundaki SIKINTIYI bana, kabaca, şakaklarımıza denk gelen kısımlarda bulunan İNSULA isimli bölgeler yaşatır. Daha sonra, beynimizin tabanında bulunan ve ismi AMİGDALA olan bademe benzer iki küçük yapı, doğruyu söylersem neler olur diye korkuya/kaygıya kapılır. Sonra, haydi bir cesaret diyerek, artık şu doğruyu söyleyelim diye ortaya, beynimizin tabanında ve birazcık öne tarafa doğru olan NUCLEUS ACCUMBENS çıkar. Bu kısım, DOPAMİN kimyasalı ile bombardımana uğrar. İşte, tam da kendimizi doğruyu söylemek için CESARETLENDİRDİĞİMİZ an BU ANDIR. (Buna motivasyon diyoruz). Bundan sonra, düşünen beyne (prefrontal kortekse) doğruyu söylemek kalır.

İşin ilginç tarafı, doğruyu nasıl söyleyeceğinize dair, bir korkumuz varsa, yalanda olduğu gibi, ortamı fazla bulandırmadan söylemenin yollarını aramak için tekrar düşünen beyne (prefrontal kortekse) iş düşer. Düşünen beyin, söylem tarzını belli bir kurguya/stratejiye uydurmak için, yalan kadar olmasa da, fazladan çalışır. Hatta bazen de, doğru karşısında çalışamaz hale gelir. Çünkü, doğruyu nasıl söyleyeceğimize dair, amigdaladaki korku o kadar fazla olur ki, kişi, doğruyu nasıl söyleyeceğini bilemez. Bu durumda, düşünen beyne giden sinyaller amigdala tarafından paralize edilir (felç edilir) bozulur. Böyle bir durumda da kişi, iyi niyetli bile olsa, doğruyu söylerken söylemlerini eline yüzüne bulaştırır. Düşünsenize, bir şirkette çalışansınız ve müdürünüze, kesinlikle saklayamayacağınız, mutlaka doğruyu söylemek durumunda olduğunuz ve söylediğinizde de, müdürünüzün size patlayacağı bir konu var. Ne yapardınız? Aldınız mı başınıza derdi? Şu beyin denilen şeyin başına her gün ne dertler açıyoruz. Tabii ki bu arada, yine de, sokak lisanı ile olacak ama, Victor Hugo'nun tabiriyle, doğruyu söylerken fazla cesaretlenip de "gaza" gelmeyelim. Yalan söylemeyelim ama doğrumuzu da, bize çok fazla zarar vermeden ("doğrucu başı" olmadan) belli bir strateji ile söylemek için, düşünen beynimize daha fazla güvenelim. Galiba buna, "politika" diyoruz.


Erol