Öldüğünde evine gidiyordun.

Bir araba kazasıydı. Özellikle dikkat edilecek bir şey yok ama ölümcüldü. Arkanda eşini ve iki çocuğunu bıraktın. Acısız bir ölümdü. İlkyardım görevlileri seni kurtarmak için ellerinden geleni yaptılar ama faydasızdı. İnan bana, vücudun tamamen parçalanmıştı.
 
Ve işte benimle tanıştın.
 
“Ne… Ne oldu?” diye sordun. “Neredeyim?”

“Öldün.” dedim, gerçeği söyleyerek. Yumuşak sözlere gerek yok.

“Kamyon… Patinaj yapan bir kamyon vardı…”

“Öyle” dedim.

“Ben... Ben öldüm mü?”

“Öyle. Ama o kadar üzülme. Herkes ölür.” dedim.

Etrafa bakındın. Hiçbir şey yoktu. Sadece sen ve ben. “Bu yer de ne?” diye sordun. “Ahiret mi?”
Kimim ben? Pek yapmadığım bir şey ama bir atasözüne göndermede bulunabilirim: Gerçekten de, her şey, dönüp dolaşıp şuna varır: Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. İtiraf etmeliyim ki bu ifade kafamı karıştırıyor, çünkü bazı varlıklarla aramda düşündüğümden de öte, daha özel, daha az kaçınılabilir, daha etkileyici, allak bullak edici ilişkiler oluşturmaya çalışıyor. Bu ifade söylemek istediğimden de fazlasını söylüyor, ben daha yaşarken bana bir hayalet rolü oynatıyor ve besbelli ki, neysem o olmam için, var olmaktan vazgeçmem gerektiğini ima ediyor. Bu anlamda, biraz daha aşırılıkla ele alındığında, varlığımın nesnel tezahürü olarak algıladığım şeylerin, az çok kesinleşmiş tezahürlerin, aslında, bu yaşamın sınırları içinde, hakiki alanını hiç mi hiç tanımadığım bir faaliyette cereyan ettiğini anlatmak istemektedir bana. Zamansal ve yersel kini olasılıklara körü körüne boyun eğmesi ve dış görünüşü gibi ortak kabul gören bazı yanlarıyla "hayalet"e dair kafamdaki temsili imge, benim için, her şeyden önce, ebedi olabilecek bir iç sıkıntısının, bir acının sonlu imgesiyle eşdeğerdedir. Yaşantım bu tür bir imgeden başka bir şey olmayabilir ve bir şeyler keşfetmekte olduğum kuruntusu içindeyken, gerisin geri başladığım noktaya dönmeye, aslında çok iyi tanımış, bilmiş olmam gereken şeyi tanımaya çalışmaya, unutmuş olduklarımın küçük bir bölümünü öğrenmeye mahkum olabilirim. Bana dair bu bakış açısı, benim kendi içimdeki varlığımı önceden kabullendiği ölçüde bana yanlış geliyor; düşüncemin tamamlanmış, dolayısıyla zaman içinde oluşması için hiç bir neden olmayan bir şeklini, önceki bir düzleme keyfi olarak yerleştirdikçe, ve bu aynı zamanın içine, telafi edilemez bir kayıp, bir ceza ya da bir düşüş düşüncesini kattıkça, bu bakış bana yanlış geliyor, bunun ahlaki temelden yoksunluğu, bence, tartışma götürmez biçimde açıktır. Önemli olan şu ki, bu fani dünyada, kendi içimde yavaş yavaş keşfettiğim özel beceriler, bana özgü olmakla birlikte bana verilmiş olmayan genel bir beceriyi arayışımda beni asla avutmaz. Kendimde gördüğüm her türlü beğeninin, kendimde hissettiğim eğilimlerin ve yakınlıkların, maruz kaldığım cazibelerin, başımdan geçen ve yalnızca benim başıma gelen olayların ötesinde, kendimi yaparken seyrettiğim bir sürü hareketin, yalnızca ve yalnızca benim hissettiğim heyecanların ötesinde, diğer insanlar karşısında, beni onlardan ayıran şeyin herden kaynaklandığını değilse de,neden ibaret olduğunu öğrenmeye çaba gösteriyorum. Bu dünyaya, tüm diğer insanlar arasında ne yapmaya geldiğimi, alınyazıma yanıt verebilecek, yalnızca bana özgü, ne mene bir mesajın taşıyıcısı olduğumu gözler önüne serebilmem, bu farklılığın ne ölçüde bilincinde olduğuma bağlı değil midir?

The Sunset Limited, intihar etmek isteyen ateist bir profesör ile onu intihardan vazgeçirmek isteyen dindar bir adamın karşılıklı konuşma ve tartışmasını bizlere sunuyor. Film tek mekanda ve iki oyuncu ile geçiyor, ki bu oyuncular da Samuel L. Jackson ve Tommy Lee Jones.

Kendisini trenin önüne atarak intihar etmek isteyen profesörü (Tommy Lee Jones) son anda ortaya çıkıp kurtaran -kendi deyimiyle- taşralı zenci (Samuel L. Jackson), profesörü kendi evine getiriyor ve onu intihar fikrinden uzaklaştırmak için onunla konuşmaya karar veriyor.

Film boyunca çeşitli simgeleştirmeler, imgelemeler, hatta ikonlaştırmalar görmek epey mümkün. Her ne kadar İncil temelli olarak din savunuculuğu yapılsa da, evrensel bir tanrı fikri ve inancı gözetildiği rahatlıkla görülebilir. Çeşitli kilit olan veya olmayan kavramlar üzerine düşülmüş, bir dindar ve ateistin hayata bakış açısı genel itibariyle tarafsız olarak sunulmaya çalışılmıştır.

Elbette ki, söz konusu ateist, intihar etmenin doğru olduğunu savunan, aslında daha doğru bir ifadeyle nihilizmin etkilerini kendisinde görebileceğimiz biridir. Nitekim, sadece tanrıyı değil, hayatın gerekliliğini ve anlamlılığını da inkar etmekte, dini dogmaların ötesinde, kültürel değerlerin de zamanla yitip gittiğini savunmaktadır.

Filmin sonuna kadar dindar olanın çok daha fazla argüman ileri sürdüğü görülürken, özellikle son 10 dakikada profesörün -deyim yerindeyse- ipleri eline alarak filmi taraflı bir din propagandası olmaktan kurtardığı söylenebilir. Bununla birlikte, dindar olanın kozmolojik veya bilimsel kanıtlarla tanrıyı ispatlama yoluna gitmediğini belirtmekte de fayda var. Sadece, tanrının herkesin içinde olduğunu ve doğru ve güzel olanı bizlere söylediğini, bizleri gözettiğini, hayatımıza anlam kattığını ileri sürmekle kalıyor. Profesör de, tanrının bilimsel olarak irdelenmesiyle ilgilenmiyor, kendi baktığı pencereden tanrıyı göremediği gibi, hayatta da yaşamayı değerli kılacak bir şey bulamadığını ifade ediyor.

Tek mekan ve bol diyalog üzerine kurulu film, elbette ki bir din tartışması açısından kusursuz değil ve zaten olamaz da. Ancak ele almayı istediği konuyu pek de kırıp dökmeden işleyebilmesi açısından kayda değer bir yan taşımaktadır.

Filmin sonlarında profesörün attığı tirattan bazı bölümleri alta eklemek istiyorum. Elbette ki filmin tümünün bu alıntılardaki gibi yüksek tansiyonda geçmediğini de belirtmem gerekiyor ki, filmi izleyecekler için beklenti çıtasını fazla yükseğe koymuş olmayayım.

Dünyadan satır satır vazgeçersin. Kendi yok oluşunun suç ortağı olursun. Bu konuda yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Yaptığın her şey ileride bir yerlerde bir kapıyı kapatır. Sonunda açık bir tek kapı kalır.
Ben karanlığa özlem duyuyorum. Ölmek için dua ediyorum, gerçekten ölmek. Ve ölünce yaşarken tanıdığım insanlarla karşılaşacağımı bilsem ne yapardım bilemiyorum. Bu, korkunun ve kabusun son noktası olurdu. Annemle karşılaşacağımı ve her şeye en baştan başlayacağımı düşünsem ama bu sefer sonunda özlem duyulacak bir ölüm olmasa bu en büyük kabusum olurdu.
Ben ölüler ölü kalsın istiyorum. Sonsuza dek. Ve onlardan biri olmak istiyorum. Ama elbette onlardan biri olamazsın çünkü varlığı olmayanın toplumu da olmaz. Toplum olmaz. Düşünmesi bile kalbimi ısıtıyor. Karanlık, yalnızlık, sessizlik, huzur. Ve hepsi bir kalp atımı uzakta. Ben ruh hâlimi dünyaya kötümser açıdan bakmak olarak görmüyorum. Dünya böyle diyorum. Evrim elinde olmadan zeki hayatların sonunda bir şeyi her şeyden önce bir tek şeyi fark etmelerini sağlar. Ve o bir tek şey de "boşunalıktır".
İnsanlar dünyayı gerçek hâliyle görebilse hayatlarını gerçek hâliyle görebilseler hayalle ve yanılsamalar olmadan yani bence mümkün olduğunca çabuk ölmemek için ortaya bir tek neden bile süremezlerdi. Ben Tanrı'ya inanmıyorum. Bunu anlayabiliyor musun? Çevrene baksana yahu. Göremiyor musun? İşkence görenlerin yaygara ve gürültüsü O'nun kulaklarına müzik gibi geliyordur. Ve bu tür konuşmalardan da iğrenirim aslında. Tek tutkusu, daha en başından var olduğunu inkar ettiği şeye durmadan hakaret etmek olan köy ateistinin iddialarından yani.
Bana insanı hiçlik ve ölüme hazırlayan bir tek din göster. Bak, o kilisenin cemaatine katılabilirim işte. Sizinki insanı sadece daha çok hayata hazırlıyor. Hayallere, yanılsamalara ve yalanlara. İnsanın kalbindeki ölüm korkusunu yok edersen bir gün bile yaşayamaz. Bir sonrakinin korkusu olmasa kim bu kabusu ister ki? Tüm neşelerin üstüne baltanın gölgesi düşüyor. Her yol ölümle bitiyor. Her dostluk ve aşk da öyle. İşkence, kayıp, ihanet, acı, elem, yaş, aşağılanma, korkunç geçmek bilmeyen hastalıklar... Ve hepsi aynı nihayete eriyor. Senin için, değer vermeyi seçtiğin herkes ve her şey için.
Hiddet sadece iyi olduğum günlerde ortaya çıkıyor. İşin doğrusu, ondan da pek kalmadı. İşin doğrusu, gördüğüm şekillerin yavaş yavaş içi boşaltıldı. Artık içlerinde bir şey yok. Sadece şekil olarak kaldılar... Bir tren, bir duvar, bir dünya, bir insan... Uluyan bir boşluk içinde anlamsız bir ifade ile sallanan bir şey. Ne hayatının anlamı var, ne de kelimelerinin.
Hayyam