Şekil 1
17 Mart 2014'te insanoğlunun evreni anlama serüveninde çok önemli yer tutabilecek bir gözlem sonucu, BICEP2 deneyinde görevli bilim adamları tarafından başlıktaki ifade ile kamuoyuna duyuruldu. Sonuçlar evrenin ilk anlarına ait kütleçekim dalgalarının varlığına işaret ediyor. Evrenin başlangıcında uzay-zamanda meydana gelen ufak dalgacıklar olan bu kütleçekim dalgalarının bu gözlemle belirlenen nicelikleri ise şişme kozmolojisinin öngörüleri ile örtüşerek bu kurama doğrudan bir kanıt teşkil ediyor.

Şişme kuramının temel savı, evrenin Büyük Patlama'nın başlangıcından sonraki ilk 10-32 saniyelik zaman diliminde, evrende çok büyük ve hızlı bir uzaysal genişlemenin gerçekleşmiş olması. Bu savın öne sürülmesinin en önemli nedeni kozmik mikrodalga fon ışınımına dair gözlemler. Evrenin 13,8 milyar yıl olan yaşını da dikkate aldığımızda, evrenin ilk anlarındaki bu çok küçük zaman dilimine dair öngörülerde bulunmak, evrenin oluşumunu anlamakta insanoğlunun ne kadar ilerlediğinin bir göstergesi.
Madam Verquin artık genç değildi, elli iki yaşına gelmiş bulunuyordu; yaşına göre fazla çılgın sayılabilecek bir eğlenceden sonra serinlemek için suya atlamış ve hastalanmıştı; durumu ağırdı, hemen yatağa düşmüştü; hastalığının ertesi günü teşhis konuşmuştu: Zatürre. Hekim, altıncı gün kendisine ancak yirmi dört saat daha yaşayabileceğini bildirmişti; hiç korkmamıştı, geleceğimi biliyordu, beni karşılamaları için hizmetçilerine buyruklar vermişti. Ve ben geldim. Hekimin söylediğine göre o akşam komaya girmesi gerekiyordu; ince ve çok zevkli döşenmiş bir odada kendine yer yaptırmıştı; gelişigüzel süslenmişti, yatıyordu; leylak rengi yatağı zifaf yatağı gibiydi, eteklerinde demet demet çiçekler... Karanfiller, yaseminler, çuhaçiçekleri, güller her yanı dolduruyordu. Beni görür görmez elini uzattı.

"Yaklaş Florville, ne kadar serpilmişsin... Erdemler gelmiş üstüne... Durumu biliyorsun... Sana da söylediler, değil mi? Ben de biliyorum, çok az zamanım kaldı... İnanmazdım doğrusu seni doya doya göreceğime..." Gözlerimin dolduğunu gördü. "Hadi, hadi." dedi "Çocukluğu bırak şimdi... Beni çok şanssız mı buluyorsun yoksa? Ben kadınlığımın gerektirdiği ölçüde kâm almışım dünyadan. Şimdi ise yeterince zevk duyamayacağım yılları kaybediyorum.
Laboratuvarda geliştirilen insan derisi sayesinde, bilimsel deneylerin hayvanlar üzerinde yapılması son bulabilir. İngiliz araştırmacılar, laboratuvarda geliştirilen insan derisinin özellikle ilaç ve kozmetik sektörleri için yapılan deneylerde hayvanların yerine kullanılabileceğini belirtti. Londra'daki King's College üniversitesindeki bir araştırma ekibi, vücudun ana hücreleri olan kök hücrelerden insan derisi geliştirdi. Bilim insanları daha önce de kök hücrelerden insan derisi elde etmişlerdi.

İnsan derisi gibi geçirgen

Araştırmacılar, deneylerde kullanılmak üzere geliştirilen bu yeni derinin ise tıpkı gerçek insan derisi gibi geçirgen bir dokuya sahip olduğunu belirtti. Araştırmacılara göre, insan derisi kullanarak deney yapmak hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin maliyetine kıyasla çok daha uygun olacak.

İnsan derisinin 'epidermis' olarak bilinen en dış katmanı, nemin dışarıya sızmasını ve mikropların içeriye girmesini engelleyerek koruyucu bir bariyer görevi görüyor. Bilim insanları son birkaç yıldır deri hücrelerinden biyopsi yolu ile küçük bir parça alarak epidermis geliştirebiliyorlardı.
Omuzlarımızın ve düşüncelerimizin üzerinde ağır yüklerle bir hapishanede doğmuşuz; kesip atma imkanı bizi bir sonraki gün yeninden başlamaya teşvik etmese, tek bir günün bile sonunu getiremezdik... Bu dünyanın prangaları ve solunmaz havası her şeyi elimizden alır, kendimizi öldürme özgürlüğü hariç; bu özgürlük de, bunaltıcı ağırlıkların üstesinden gelen bir kuvvet ve gurur verir bize.

Kendi hükmünü mutlak olarak elinde bulundurmak ve bunu kullanmamak... Bundan daha esrarengiz bir yetenek var mıdır? İntiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz kaldığımız o mekanı sonsuz bir alana çevirir. Kendimizi yok etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu, kolaylığı ve yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında geri dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha basit ve korkunç bir şey yoktur. Tek bir anda bütün anları ortadan kaldırırız; bunu tanrı bile yapamazdı. Fakat palavracı iblisler olduğumuzdan sonumuzu erteleriz: Özgürlük gösterişinden, kibrimizin oyunundan nasıl vazgeçebilirdik ki?..

Kendini ortadan kaldırmayı hiç tasarlamamış; ipin, kurşunun, zehirin ya da denizin yardımına başvurabileceğini hiç hissetmemiş kişi, aşağılık bir kürek mahkumudur; ya da evrenin leşi üzerinde sürünen bir solucan... Bu dünya elimizden her şeyi alabilir, bize her şeyi yasakayabilir, ama kendimizi yok etmemizi engellemeye kimsenin gücü yetmez. Bütün aletler buna yardımcı olurlar, bütün uçurumlarımız buna davet ederler bizi; ama bütün içgüdülerimiz de karşı çıkar. Bu karşıtlık ruhumuzda çıkışsız bir çatışma geliştirir. Hayat üzerine düşünmeye, onda dipsiz bir boşluk keşfetmeye başladığımızda, içgüdülerimiz kendilerine çoktan rehber süsü vermiş ve fiillerimizi yönlendirmeye başlamışlardır bile; ilhamımızın kanatlanmasını ve serbestleşerek yumuşamamızı frenlerler. Eğer doğduğumuz anda, ergenlikten çıışımızdakik kadar bilinçli olsaydık, beş yaşında intiharların alışılagelmiş bir olgu, hatta bir saygınlık sorunu olacağı muhtemelden de öte bir gerçektir. Ama çok geç uyanırız: Tefekkür ve hayal kırıklıklarımızın bizi yönelttiği sonuçlardan ancak şaşkınlığa kapılabilecek olan içgüdülerin mevcudiyetiyle döllenmiş yıllar durur karşımızda. Tepki de gösterirler; bununla birlikte, özgürlüğümüzün bilincine varmış olan bizler, istifade etmediğimiz için daha da cazipleşen bir çözümünün efendisiyizdir. Günlere, dahası gecelere tahammül etmemizi sağlar bu; artık ne yoksuluzdur, ne de husumet tarafından eziliyoruzdur: Üstün kaynaklar vardır elimizde. Bunlardan hiç yararlanmasak ve sonumuz geleneklsel son nefesle gelse bile, vazgeçişlerimizde bir hazineye sahip olmuş oluruz: Her birimizin kendi içinde taşıdığı intihardan daha büyük bir zenginlik var mıdır?

Dinlerin kendi elimizle ölmeyi yasaklamalarının nedeni, bunda, tapınakları ve tanrıları aşağılayan bir itaatsizlik örneği görmeleridir. Orleans Konsili intiharı cinayetten daha vahim bir günah gibi değerlendiriyordu; çünkü katil her zaman nedamet getirebilir, kendini kurtarabilir, oysa kendi hayatına kasteden kişi selametin sınırlarını aşmıştır. Fakat kendini öldürme eylemi zaten radikal bir selamet formülünden çıkmaz mı yolar? Hiçlik de ebediyetle eşdeğer değil midir? Yalnız varlık, evrenle savaşmak ihtiyacında değildir; o, son ihtarı kendine verir. Sonsuza değin olmak özlemini de duymaz pek; eğer benzersiz bir fiille, mutlak bir biçimde kendisi olduysa... Göğü ve yeri de kendini reddettiği gibi reddeder. Hiç değilse, özgürlüğü sürekli gelecekte arayanların bulamadığı bir özgürlük bütünlüğüne varmış olacaktır...

Şimdiye kadar hiçbir kilise, hiçbir belediye intihara karşı muteber bir gerekçe icat etmemiştir. Hayatı artık kaldıramayan kişiye ne söylenebilir? Hiç kimse başkasının yüklerini kendi üzerine alacak halde değildir. Diyalektiğin elinde, tartışılmaz ıstırapların ve teselli bulmamış binlerce apaçık olayın saldırısına karşı hangi güç vardır? İntihar, insanın ayırt edici özelliklerinden, keşiflerinden biridir; hiçbir hayvan bunu yapamaz ve melekler ancaj farkına varabilir; intiharsız insan gerçekliği, daha az merakadeğer ve daha renksiz olurdu: Sonuca bağlanan çeşitli yolları ve yeni çözümleri trajediye sokacak olsa bile, tuhaf bir iklimin ve kendi estetik değerleri olan bir ölüm imkanları dizisinin noksanlığı hissedilirdi.

Olgunluklarının delili olarak canlarına kıyan antik bilgeler, modernlerin hafızasından çıkmış olan bir intihar öğretisi yaratmışlardı: Dehasız bir can çekişmeye adanmış bizler, ne aşırılıklarımızın yaratıcısıyız ne de vedalarımızın belirleyicisi.Son, artık bizim sonumuz değildir: Sayesinde yavan ve yeteneksiz bir hayatı bağışlatabileceğimiz yegane bir girişimin üstünlüğü noksandır, tıpkı yüce bir kinizmin ve eski görkemli can verme sanatının da noksan olması gibi... Ümitsizliğie talim eden ve kendini kabullenen cesetleriz; kendimize rağmen hayatta kalırız ve yalnızca yararsız bir formaliteyi yerine getirmek için ölürüz: Sanki hayatımız, sadece ondan kurtulabileceğimiz anı ileri atmamıza bağlıymış gibi...

Emil Michel Cioran,
Çürümenin Kitabı, Sf. 39-40

Bilirsiniz, ülkemiz televizyon kanallarında, sayısı giderek azalmakla beraber “evlenme programları” devam ediyor. Karşı cinsler, belli bir konuşmadan sonra, eğer birbirlerini izdivaç için uygun bulmamışlarsa şu tabiri kullanırlar: “elektrik alamadım”. Elbette ki kişiler arasında gidip gelen elektronların diğer bir ifadeyle bir elektrik akımının söz konusu olmadığını biliyoruz. Karşı cinslerin, birbirlerini etkilediği veya etkilemediği dolayısıyla “elektrik aldım” veya “elektrik alamadım” şeklindeki benzetme/metaforlarla tanımlamaya çalıştığı şey ne olabilir? Kişiler birbirlerini henüz on-on beş dakika gördüğü halde, karşı tarafın kişiliğine dair bir bilgiyi, kendi kişiliğine uygun olup olmadığını, bu kadar kısa zamanda elde etmesine yardımcı olan bu mekanizmanın kökeni nedir? Yoksa, kişiler, bir tür beğeni kalıplarını, evlenme programına gelirken kafalarında beraber getiriyor olabilirler mi? Bu tür kalıplar, çocukluğumuzdan itibaren yaşadıklarımızla şekillenen, irademizin de etkisiyle beynimize nakşettiğimiz şemalar veya önyargılar mı? Yoksa, bundan da öte bir şey mi? Bu etkide rol alan faktörlerin hepsini değil ama bir tanesini bu yazımızla paylaşalım.

KADINDAKİ ÇEKİCİLİK
Kadınlarda, geçmiş dönemlerdeki fiziksel çekicilik ile, günümüzdeki arasında bir fark var mı? Kadındaki bu çekicilik kavramı kültürden kültüre değişir mi?

Günlük hayatımızın içinde olup bir şekilde etkilendiğimiz, ancak içinde bulunduğumuz kültür (gelenek, görenek vb.) nedeniyle yeterince açık konuşamasak da, karşı cinsimiz için hissettiklerimiz ile ilgili iç sesimiz (beyin şemalarımız) pek de suskun değildir.

İnsanların ve çoğunlukla erkeklerin eğlence dünyaları için yapılan organizasyonlar, aslında bir yerde araştırmacılara, araştırdıkları konu için malzeme yaratmaktadır. 

Kadınlardaki çekiciliğinin, zaman içindeki değişimini görmek için araştırmacılar, Playboy dergilerinin orta sayfalarındaki kadın vücutlarını ve 1920’den 1980’e kadar Miss America güzellik yarışmasında dereceye giren kadınların vücut ölçülerindeki değişmeleri incelemişlerdir. İncelemeler, kadınların ölçülerinde bir değişme olduğunu göstermiştir. Bu değişme, daha toplu ve kilolu kadın profilinden, günümüze doğru, daha zayıf (az kilolu) ve daha uzun kadın profiline doğru kaymıştır. Ancak, değişmeyen bir şey ayan beyan ortadadır. Kadınlardaki bel-kalça oranı.

Beslenme kaynaklarının kıt olduğu ülkelerde, toplumun az bir kesimini oluşturan kilolu (şişman) kadınlar sağlık ve varlık statüsünü temsil ederek öne çıksalar da, yeterli besin kaynaklarının olduğu ABD ve Avrupa ülkelerinde, ince bir vücuda sahip olmak sağlık ve varlık göstergesi olarak görülmektedir.

Acaba, erkekler için, kadındaki bel kalça oranından etkilenmek, sadece ABD ve Avrupa ülkeleri için mi geçerlidir? Kadınlardaki bel-kalça oranındaki çekicilik, Ülkemiz ve daha da genişleterek, Dünya’daki diğer kadınlar için farklılıklar göstermekte midir?

Bu ölçütün, kültürlerden bağımsız olarak, ülkemizde de geçerli olup olmadığını görmek üzere, Muğla Üniversitesi’nde yapılan bir deneye bakalım.

DENEY VE MEKANİZMASI
Bel-kalça oranını, ülkemizdeki ölçek çerçevesinde sınamak üzere 18-22 yaşları arasından, 50 erkek, 50 kadın heteroseksüel katılımcı deneye tabi tutulmuştur.

Elbette ki, deneyin amacı, yazının başında da ifade edildiği gibi, aynı bel-kalça oranının ülkemiz kültüründe de de geçerli olup olmadığını sınamaktır.

Bu arada, bel-kalça oranı ile ne demek istediğimizi, söze gerek bırakmadan resimdeki gibi anlatmış olalım.

Peki, katılımcılar deneyde ne yapacaklardır? Yapacakları şey şudur ki; kendilerine gösterilen, farklı bel-kalça oranları ve kilolarda olan kadın figürlerine bakarak, bu kadın figürlerini, en çekicisinden en az çekici olana doğru sıralamalarıdır. Deney bundan ibarettir. Amaç, hangi bel-kalça oranının gerek erkek gerekse kadın açısından çekici olduğunun saptanmasıdır.

Şimdi, deneye katılanların (deneklerin) bakacağı şu kadın figürlerinden biraz bahsedelim.

Resimde görüldüğü gibi, 12 adet kadın figürü, 3 sıra ve 4 sütun halinde dizilmişlerdir. Bu kadın figürlerinin her biri 165 cm. boyunda olduğu düşünülmüştür. Deneklere gösterilen resimdeki kadınlar, 1/24 boyutunda küçültülmüş figürleridir. Birinci sıradaki kadın figürlerinin hepsi 40 kg., ikinci sıradaki figürlerinin hepsi 55 kg., üçüncü sıradaki figürler ise 70 kg algılanacak şekilde çizilmiştir. Buna karşılık, birinci sütundaki kadın figürlerin bel-kalça oranı 0,7, ikinci sütundaki figürlerin bel-kalça oranı 0,8, üçüncü sütundakilerin 0,9 ve son sütundakilerin bel-kalça oranı ise 1,0 olarak düzenlenmiştir. Figürlerin diğer fiziksel özellikleri sabit tutulmuştur.

Figürler, önce tek tek olmak üzere 10 saniye süre ile deneklere gösterilmiştir. Daha sonra, hepsi bir arada olacak şekilde (tüm figürlerin bir arada bulunduğu yukarıdaki resim) tekrar gösterilmiş, nihayetinde, tüm deneklerden (katılımcılardan) figürleri, en çekicisinden en az çekici olana doğru sıralamaları istenmiştir.

CİNSİYETE GÖRE FARKLI DEĞERLENDİRME
Deneklerden elde edilen sonuçlar, üniversitenin bu deney için hazırlamış olduğu bir istatistik model ile değerlendirilmiş ve aşağıdaki sonuçlar elde edilmiştir. Yapılan incelemeler sonucunda, figürlere bakarak değerlendirme yapan kadın ve erkek deneklerin değerlendirmelerinin farklı olduğu görülmüş. Üniversitenin yaptığı çalışmada sonuçlar, grafiğe dökülmüş iken biz burada, çalışmalardaki grafiklerden faydalanarak anlamlandırmadaki kolaylık nedeniyle daha pratik olduğunu düşündüğümüz yukarıdaki görseli oluşturduk. Resimden de anlaşılacağı üzere, figürler silikleştikçe, daha az tercih edildiği veya tersten söylersek, figürler daha bariz (net) oldukça, çekicilik tercihinin daha fazla olduğunu söylemiş oluyoruz.

Buna göre erkekler, zayıf kadınlardan çok, normal kilolu kadın figürlerini (orta sıra) ve ayrıca normal kilolu kadın figürleri içinde de 0,7-0,8 bel-kalça oranına sahip olanları daha çekici bulmuşlardır. Kadınlar ise, erkeklerin daha çekici bulduğu normal kilolu kadın figürlerinin yerine, daha çok, zayıf kadın figürlerini (birinci sıra) ve ayrıca bu figürler arasında da 0,7-0,8 bel-kalça oranına sahip figürleri daha yüksek mertebeden çekici bulduklarını söylemişlerdir. Görülüyor ki, kadınlar, kendilerini, zayıf olarak düşündüklerinde (resimdeki ilk sıra) daha çekici bulacaklarını düşünmekte, ancak erkeklerin çekicilik algısı, normal kilodaki figürler (ikinci sıra) üzerine olduğu görülmektedir. Her iki cinsin de ortak olarak çekici buldukları figürlerin, yüksek frekansla, 0,7 bel-kalça oranına sahip olduğu görülmektedir.

Artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 0,7 bel-kalça oranının ortaya koyduğu çekicilik faktörü sadece ülkemize ait değildir. Ülkemiz dışında da yapılan birçok çalışma aynı sonucu vermektedir. Özetle, erkekler açısından, kadındaki kum saati gibi görünen bel-kalça oranı ile ortaya konan çekicilikteki 0,7 oranı evrenseldir.

HANGİ BÖLGELER DAHA ÇEKİCİ?
Bu deneyde de, yukarıda kullanılan figürler kullanılmıştır. Buradaki amaç, kadın ve erkek deneklerin, resimdeki gibi bölümlere ayrılmış figürlerin en çok neresine baktıklarını bulmak, dolayısıyla, gerek kadınlar gerekse erkekler için, bir kadını çekici kılan bölgesini belirlemektir.

Bunun için kadın figürler 3 bölgeye ayrılmıştır. Baştan, göğüs altına kadar olan kısım A bölgesi, göğüs altından kalçanın bittiği yere kadar olan kısım B bölgesi ve nihayetinde kalçanın bittiği yerden ayakucuna kadar olan kısım C bölgesi olarak adlandırılmıştır. (Aslında, üniversitenin çalışmasında A, B, C olarak bölümlendirilen kadın figürü, bu yazı için kullanılan yabancı kaynakta, baş, göğüs ve genital bölgeler ayrı birer bölge olarak gösterilerek, figür 6 bölgeye ayrılmış bir bakıma daha gerçekçi bir gözlem yapılmıştır. Ancak biz de, üniversitenin çalışmasındaki muhafazakâr tutumuna uyarak, yazımıza öyle devam edelim.)

Bu deney için, yukarıdaki deneklere bir gözlük verilir. Bu gözlük, bir resmeveya bir yere bakarken, nereye kaç defa, hangi sürelerle baktığımızı algılayacak şekilde göz bebeği hareketlerine odaklanarak yapılmış bir cihazdır. Söz gelimi bu gözlük, saniyede 1000Hz, yani saniyede 1000 defa göz bebeğinize sinyal gönderip bunu işleyebilmektedir. Bu duyarlılık çerçevesinde, gözünüzü hangi hızla ve nereye çevirseniz çevirin, cihaz nereye baktığınız konusunda en ufak bir ayrıntıyı kaçırmayacaktır. Diğer taraftan cihazın açısal resolusyonu (duyarlılığı) 0,01 derecedir. (1 derecenin yüzde biri). Bunun da anlamı, siz, gözlük ile bakarken, gözünüzü bir derecenin yüzde biri kadar başka tarafa çevirseniz bile, cihaz bunu takip edebilecektir.

Peki bunca anlatımdan sonra, gerek kadın deneklerin gerekse erkek deneklerin, kadın figürlerinin en çok neresine daha çok baktıklarına dair sizden bir tahmin istersek, sizin de düşündüğünüz gibi, diğer bölgelere göre en çok bakılan bölge B bölgesi olmuştur.

Aslında, Muğla Üniversitesi, bizim burada iki bölüm halindeki deneyi tek seferde ve her iki deneyi de göz izleme cihazını kullanarak yapmıştır. Biz, yazıyı kolay anlaşılabilir kılmak için, göz izleme cihazını (gözlüğü) sadece figürdeki en çok bakılan bölgeler konusunda (ikinci deney için) kullanıldığını varsaydık.

VÜCUT AĞIRLIĞI MI, BEL-KALÇA ORANI MI? (ÜRETKENLİK VE SAĞLIK)

Aslına bakılırsa, erkekler tarafından belli bir bel-kalça oranının seçiliyor olmasının bir nedeni olmalıdır. Acaba, erkeklerin beyninde 0,7 bel-kalça oranına yönelik doğuştan gelen bir şema mı vardır? Yoksa bu büyük bir tesadüf müdür?

Bel-kalça oranın diğer bir işlevsel özelliği, üreme potansiyeli ile ilişkisidir. Söz gelimi, yüksek bel-kalça (>1,0) oranına sahip kadınların, düşük bel-kalça (0,7-0,8) oranına sahip kadınlara göre daha düşük oranlarda hamile kaldıkları ve ilk çocuklarını orta yaş civarında dünyaya getirebildikleri bulunmuştur. Sağlık açısından da, obezite ile ilişkili diyabet, hipertansiyon, kalp krizi ve felç gibi hastalıkların vücuttaki toplam yağ miktarından çok, bel-kalça oranı ile ölçülen yağın vücuttaki dağılımı ile ilgili olduğu görülmüştür. Sözgelimi, yüksek bel kalça oranına sahip kadınlarda menstural (adet) düzensizliği, safra kesesi hastalığı, göğüs kanseri ve insüline bağlı olmayan diyabet hastalığının görülme riski daha yüksek bulunmaktadır.

Bu çalışmalar bizi, bir kadının fiziksel sağlığının göstergesi olarak, kilosundan çok, bel-kalça oranına götürmektedir.

ATALARIMIZDAN GELEN EVRİMSEL BİR SİNYAL
Anlaşılıyor ki, kadındaki bel-kalça oranı, erkek için, evrimsel süreçle oluşan ve kadının üretkenliği ile ilgili bir sinyal niteliği taşımaktadır. Daha açık söylemek gerekirse, bir erkek için, düşük bel-kalça oranına sahip bir kadın, daha fazla yavrulamış ve erkeğin soyunu daha uzun süre devam ettirme şansına sahip görünmektedir. Tersten bakarsak, daha düşük bel-kalça oranına sahip kadınları tercih etmeyen erkekler, uzun evrimsel yolculuklarındaki yok olma olasılıkları daha fazla olmuş olmalıdır. Yapılan deneyler de bunu göstermekte olup, erkekler, düşük bel-kalça oranından yüksek bel kalça oranına doğru gidildikçe, kadınlara, çekicilik ile anlam yüklemeleri azalmaktadır. Deneyler ayrıca göstermektedir ki, erkekler, sanılanın aksine, zayıfları değil, düşük bel kalça oranına sahip ancak normal kilodaki kadınları (ikinci sıra) daha çekici bulmaktadırlar.

Elbette ki, erkekler, seçiciliklerini sadece bel-kalça oranına göre yapmamaktadırlar. Yüz güzelliği ve diğer faktörler de devreye girmektedir. Ancak, kadınlardaki çekicilikle ilgili bel-kalça oranı, birincil seçici “filtre” olarak görünmekte olup, diğer etkin faktörler (yüz güzelliği vb) sonraki filtrelerin görevi gibi ortaya çıkmaktadır.

GENETİK BİR ŞABLON MU?
Peki, bu tür bilgiler (0,7 bel kalça oranı), atalarımızdan bize kalan evrimsel ve genetik şablonlar olabilir mi? Şablon olduğunu söylemek, olmadığını söylemekten daha kolay gibi görünüyor. Bizler genelde genlerimizin, kol, bacak, beyin, kalp, bağırsak gibi organlarımızın belirleyici bilgilerini taşıdığını düşünürüz. Hâlbuki çocuk, daha anne karnında iken kalbin atmasını sağlayan, doğduktan sonra nefes almasını, süt emme ihtiyacı esnasında annesinin memesinin ucunu ağzıyla bulmasını, ağlamasını vb yüzlerce fonksiyonun, genetik bilgi olarak atalarımızdan geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Küçük bir örnek verelim. Dişi ve erkek kırlangıç yavrusunun çıkacağını kestirdiğimiz iki kırlangıç yumurtasını alıp kırlangıçların yaşayabileceği ancak hiçbir kırlangıcın olmadığı bir yere götürdüğümüzü varsayalım. Yumurtadan çıkmaları için uygun ortamı yaratır ve büyümelerini beklediğimizde, bu dişi ve erkek kırlangıcın, etraftan hiçbir model almadığı halde, bildiğimiz diğer kuşlardan farklı olarak kendilerine has ve “balçıktan” yuvalarını yaptıklarını görürüz. Bunun bir içgüdü mekanizması olduğunu mu düşünüyorsunuz? Zaten biz de öyle düşünüyoruz. Mesele şu ki; bu balçıktan yuva yapma şeması, genlerle taşınmış olup, nihayetinde bir bilgidir ve davranışa dönüşmüştür. Bir başka ifadeyle, genetik kodlar sadece organlarımızın değil, davranışlarımızın da ilkel halini bilgi şablonu olarak genlerimizle nesilden nesile transfer etmektedir. Bu anlamda, yukarıdaki nedenlerden ötürü, erkeklerin, kadınların çekiciliğinden etkilenme anlamındaki bu şablonu atalarından aldığını söyleyebiliriz.

BEYİNDE NELER OLUYOR?
Bel-Kalça deneyi esnasında deneklerin en çok etkilendiği seçimleri yaparken fMRI ile yapılan incelemelerde, beynin belli bölgelerinin fonksiyonlarının arttığı görülmüş. Bilindiği üzere fMRI (Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) cihazı, sağlık ve başka bir çok alanda kullanıldığı gibi, deneysel olarak beyin fonksiyonlarını belirlemede de kullanılmaktadır. (Beynimiz ve Biz -17 (Beyin görüntüleme/fMRI))

Deney, fMRI altında gerçekleştirilirken, sağ orbital frontal korteks, anteior singulat korteks, her iki taraftaki amigdala, sol putamen ve sol nucleus accumbensin faaliyete geçtiği görülmüş. Amigdala bizi, tehlikelerden koruyan, bir tehlike karşısında düşünen beynimden daha hızlı olarak beni tehlikeden koruyarak o ortamdan kaçmamı sağlayan ilkel bir yapıdır. Öfke, kızgınlık, saldırganlık amigdalanın görevleri arasındadır. Eğer tehlikeden kaçılacak gibi değilse, köşeye sıkıştırılmış isem, bu defa da beni hasmıma saldırmaya yönelten yine amigdaladır. Ve tabii ki amigdalanın bir görevi daha vardır. Cinsellik konusunda da uzmandır.

Benzer şekilde, nucleus accumbens denilen yer, insanların ödül merkezidir. Dersten iyi not aldık mı, maaşım artacak mı, sevgilim randevuya gelecek mi diye beni beklentiye sokan yer burasıdır. Yine, nucleus accumbens insanların cinsel dürtülerinde rol alan aktörlerden biridir. Cinsel objeye ulaşana ve onunla birlikte olana kadar, dopamin bombardımanına uğrayan nucleus accumbens, cinsellikle ilgili süreçte büyük keyif alır.  Dolayısıyla bu mekanizmalar, bel kalça oranından etkilenmiş ve bir bakıma da bel-kalça oranına dair şablonları atalarımızdan beri taşıyor olabilirler.

ÇOCUK GELİNLER
Henüz ergenlik çağına girmeyen gerek erkek gerekse kız çocuklarına baktığımızda bel-kalça oranı hemen hemen aynıdır. Ancak kız çocuğunun büyümesi ile beraber kız çocuğunda cinsiyetinin bir göstergesi olarak bel-kalça oranı ortaya çıkmaya başlayacaktır. Ne yazık ki, düşünen (prefrontal korteks) beyninden çok limbik sistemin esiri olarak hatta daha da ilkel olan sadece beyin sapıyla düşünebilen erkekler ve bunlara onay verenler, zaman zaman medyada da izlediğimiz gibi iç burkucu olarak “çocuk gelinlere” sebep olmaktadır. Günümüzde hala, bu erkekler için, ilkel beyinleri, düşünen beyinlerinin önüne geçip, türümüzü, seçicilikle ile bugüne getirdiği bu evrimsel sinyali, kız çocuğunun ruhsal durumunu gözetmeden algılayacak ve uygulayıcısı olacaktır. Sanırım bu ve benzeri kişileri, bundan 60-70 bin yıl evvel yaşamış atalarımızın yanına bir zaman makinesi ile götürsek, bugünkü anlam arayışları(!) ile o zamanın kültürüne çok çabuk adapte olacağından fazla bir şüphe duyulmaz gibi görünmektedir.


BİTİRİRKEN...
Yazının en başında, çerçeve içindeki ifade ile bu yazının içeriği bazı okurlarımız için birbiri ile çelişir gibi görünebilir. Ancak, kaçınılmaz biçimde her ikisi de, doğanın ve yaşadığımız kültürün gerçeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir gerçek daha var ki, doğa, türümüzün devamı için cinsel dürtüleri ve belli tetikleyicileri (bel-kalça oranı vb.) bize hediye ederken, düşünen beyni de (prefrontal korteks) son birkaç yüz bin senede ilave ederek yine bize bahşetmiştir. Bundan sonra yapılacak iş, düşünen beynimizi, içinde bulunduğu sandıkta (kafatası) unutmadan, daha sağlıklı ilişkileri yaratabilecek düzeyde, onu keşfetmek ve kullanmak olmalıdır. Bu kullanmanın yolu da, her ne kadar içi boşalmış bir söylem de görünse de “eğitimle olacaktır”. Bu düşünceye katılmayan olabilir mi? Kim bilir?

Erol

Kaynaklar:
  • Seda Dural, Hakan Cetinkaya, Evrim Gulbetekin, Kadının Fiziksel Çekiciliğinin değerlendirilmesinde Bel-Kalça-Oranının Rolü: Göz-İzleme Sistemi Verileri, Türk Psikoloji Dergisi, Haziran 2008, 23 (61), 75-88
  • http://www.plosone.org/article/info%3Adoi%2F10.1371%2Fjournal.pone.0009042
  • Barnaby J. Dixson Æ Gina M. Grimshaw, Eye-Tracking of Men’s Preferences for Waist-to-Hip Ratio and Breast Size of Women
Ölümü sanki yokmuş gibi işlemek. İçinde her şeyin sanki kimse ölümden haberdar değilmişcesine yürüdüğü bir topluluk. Bu insanların dilinde ölüm kelimesi yok; ama bilinçli bir tanımlama da yok. İçlerinden biri bile yasaları ve özellikle bu ilk yazısız ve ağza alınmamış yasağı çiğnemeye kalkarak ölümden söz edecek olsa, bunu başaramayacak, çünkü bunun için, başkalarının anlayacağı bir kelime bulamayacak. Hiç kimse gömülmüyor ve hiç kimse yakılmıyor. Hiç kimse bir cenaze görmemiş. İnsanlar yok oluyor, kimse nereye gittiklerini bilmiyor, bir utanç duygusu onları ansızın uzaklaştırıyor; yalnız olmak günah sayıldığından, orada bulunmayan hiç kimsenin adı anılmıyor. Çoğu zaman geri geliyorlar, biri yeniden orada olduğunda seviniyorlar. O uzakta oluş ve yalnızlık zamanı, hesap vermek zorunda olunmayan kötü bir rüya olarak sayılıyor. Bu tür seyahatlerden, gebeler çocuk getiriyorlar, kendi kendilerine doğuruyorlar, doğum sırasında evde ölebilirlerdi. Çok küçük çocuklar bile ansızın yola çıkar kaybolurlar.

* * *

Çok kolay ölünüyor. Aslında çok daha güç ölmeliydi insan.

* * *

Hayatın en cesur yanı, ölümden nefret etmesidir, ve bu nefreti silen dinler hor görülmeye layık ve zavallıdırlar.

* * *

"Kültür," onu destekleyenlerin kibirlerinden oluşmuştur.

* * *

Savaşta insanlar, sanki her biri bütün atalarının ölümünden intikam alıyormuş gibi, sanki onlardan hiçbiri kendi yatağında ölmemiş gibi davranırlar.

* * *

Bazen ben ölümü kabul eder etmez dünya hiçliğe gömülecek sanıyorum.

* * *

Ölümsüz bir dünyanın rasyonel sonuçları bile asla sonuna kadar düşünülmemiştir.

* * *

İnsanların, ölümü dünyadan siler silmez neye inanabileceklerini kestirmek mümkün değildir.

* * *

Hayatta kalmam için beni hiç kimse zorlamıyor. Bu nedenle onu böylesine seviyorum.

* * *

Ölülerin ruhlara başkalarındadır, geride kalanlarda ve orada yavaş yavaş tamamıyla ölürler.

* * *

Ölümsüzlük heveslisi iki kişi arasındaki konuşma: Biri süreklilik ister, öteki belli aralıklarla tekrar tekrar dünyaya gelmek. 

* * *

Yararlı olan, bunca güvenilir ölçüde yararlı olmasaydı eğer, bunca tehlikeli de olmazdı. Aslanda yararlı olanın çok sık teklemesi gerekirdi. Tıpkı canlı bir varlık gibi, ne yapacağı önceden kestirilememeliydi. Çok daha sık ve çok daha şiddetli biçimde insana karşı çıkmalıydı. İnsanlar, hala ölmek zorunda olmalarına karşın, yararlı olan aracılığıyla kendilerini Tanrı atadılar. Bu gülünç zaaflarından yararlanan iktidar, onlara yararlı olan hakkında yanıltmakta. Böylece insanlar, hayal dünyalarında gittikçe daha zayıf düşmekteler. Yararlı olan, çoğalıyor, ama insanlar, sinekler gibi düşüp ölüyorlar. Yararlı olan, daha ender yararlı olsaydı eğer; ne zaman kesinlikle yararlı olacağını, ne zaman kesinlikle olmayacağını kestirebilme olanağı bulunmasaydı; sıçramalar, gelişi güzellikler, keyfilikler sergilemeseydi, o zaman kimse de onun kölesi olmazdı. İnsanlar daha çok düşünür, daha çok hazırlık yapar, daha çok şeyi göze almaya hazır olurdu. Ölümden gelip ölüme uzanan çizgiler silinmez, bizler de ölüme körü körüne yargılı olmazdık. Ölüm, kendimizi en güvende hissettiğimiz zamanlarda, sanki birer hayvanmışız gibi, bizi kötücül alaylarına hedef kılamazdı. Oysa bu durumda yararlı olan ve ona beslediğimiz inanç, bizleri birer hayvan olarak bıraktı; hayvanların sayısı çoğalıyor ve bizler de çok daha acizleşiyoruz.

***

Teselli edici dinlerden birine dahil olmadan ölümü hep hissetmek: Ne cesaret, ne korkunç cesaret!

***

Herkese yazık. Aslında hiç kimse ölmemeliydi. En ağır suç bile ölümü hak etmemiştir ve ölüm tanınmasaydı o zaman en ağır suç diye bir şey de olmazdı.

***

İnsan en önemli olanı söylemeye cesaret etmeden, kırk ya da elli yıl boyunca iç dünyasında taşır. Sırf bunun için tahmin bile edilemez, erken yaşta ölenlerle nelerin kaybolup gittiği. Her ölüm erkendir.

***

Öleceğimizi bildiğimiz için kötü olmak zorundayız. Ne zaman öleceğimizi bilsek daha da kötü olurduk.

***

Bir kimse, en sevdiği insanın ölümüne sebep olan bir hastalık o kişinin ölümünden sonra tedavi edilebilen bir hastalık haline geldiğinde seri katil oluyor.

***

Ölüler için yapılan ağıt, hayata döndürmeye yöneliktir, ağılın amacı budur. Ağıt, gerçekleşene kadar uzamalıdır. Ama vaktinden önce kesilir: Yeterince tutku yoktur.

***

Öldürmeyi kendine yasaklayan insana sonunda her türlü özgür kararın yasaklanmış olması mümkündür.

***

Ona, pratik tavus kuşu. T., diyorum ve bir süre her şeyi onun gözüyle görmek istiyorum.
T., bütün mezarlıkları yok etmek istiyor; çok yer kaplıyorlarmış.
T. bütün listeleri silmek istiyor, eskiden kimlerin yaşadığı bilinmesin diye.
T. tarih dersini kaldırıyor.
T. soyadlarını ne yapmalı, karar veremiyor, bunlar babaların, büyük babaların ve benzer ölülerin hatıralarını canlı tutuyor.
T. miraslara karşı değil, bunlar yararlı şeyler, ama eski sahipleriyle ilişkilendirilmemeli.
T., Çinli filozof Mo-çe'den de ileri gidiyor: O, sadece cenaze masraflarına değil, tüm cenaze törenlerine karşı.
T., yeryüzünü yaşayanlar için istiyor, ölüler defolsun, çıplak ay bile ona göre ölüler için fazla, ama bir geçiş dönemi olarak mezarlık yerine kullanılabilir. Ölü olan her şey zaman zaman Aya postalanır. Ay çöp yığını ve mezarlık yeri. Anıtlar? Ne için? Bunlar meydanları ve caddeleri bozuyor. T. ölülerden, kapladıkları yerlerden nefret ediyor, her yere yayılıyorlar çünkü.
T. 'nin sevgilileri hep genç. Ciltleri gevşemeye başladığında def ediyor onları.
T. diyor ki: "Sadakat mı? Sadakat tehlikelidir, ölülerde son bulur."
T. elinden geldiğince her yerde iyi bir örnek olarak başı çekiyor ve hep tüyler ürpertici saygısızlıklar icat ediyor.
T. gazete sansürlüyor: Böyle olmalı gazete. Ölüm ilanı yok. Ölü hakkında yazı yok!
T. çok zengindir, bütün mumyaları satın alıp onları kendi elleriyle açıkça tahrip ediyor.
T. ama öldürmekten yana değil, o yalnızca ölülerin öldürülmesinden yana.
T. İncil'i kendi modem amaçları için değiştirerek yazıyor. Öteki kutsal kitaplarla da ilgileniyor ve hepsini, kendi anlayışına göre sadeleştiriyor.
T. ölüleri asla hatırlatmayacak tarzda giyinir.
T. ölülerden geldiği bilinen eşyalara evinde yer vermez.
T. ölmüş insanların bütün mektuplarını ve resimleri daha o saat yırtar.
T. etkili bir unutma sanatı icat eder.
T. hastaları ancak tekrar iyileşirlerse ziyaret eder. Ölmek üzere olanlar için kimsenin tanımadığı gizli yerler ya da onlarla uğraşmakla görevlendirilmiş kişiler vardır.
T. hayvanlara iyi davranmadığımızı düşünüyor. O, yalnız ölü ev hayvanlarıyla ilgili meseleleri reddeder ve bunlarla mücadele eder.
T. doktorların eğitimlerinin değişmesini ister.
T. 'nin kendine özgü duası. Bu duada benimsediği Tanrının özellikleri vardır. İsa'yı bir şarlatan sayar.
T. farklı yürüyor, sanki ölüleri hiç tanımıyor.
T., bizlerin bir ölüyü görmekle ebediyen hastalanıp bir daha asla iyileşemeyeceğimizden emindir.
T., ölülere aldırmadığı için asla yaşlanmayacağını iddia eder.

***

İnsan, ölümle yitirdiğini tanır, tüm yaşamakta olanları ise yanlış tanır.

***

Mümkündür ki yalnızca mutsuz kişi mutlu olmayı gerçekten bilir, ve bu neredeyse adalet gibi görünür.

***

İnsan bütün sorularını dürüstçe cevapladığında onu ölümden azad edecek bir makam olmalıydı.

***

Hayatın en büyük çabası, ölüme alışmamaktır.

***

Bir insanın en son noktada ne planladığı çok önemlidir. Bu, onun ölümünün haksızlığının ölçüsüdür.

***

Ölüm üzerine konuşmamak. - Buna ne kadar dayanırsın?

***

İnsanların ölmesi yetmiyormuş gibi, bir de birbirlerinin ölümüne yardımcı oluyorlar.

***

Uzun zamandır görmediğim insanların öldüklerini unutuyorum.

***

O, en sevgili ölüsünün önünde durmuş, "Tanrı iyidir" diyordu. Bunu tekrarlayıp durdu, bin kez, yüz bin kez: Ölü dirilmedi. Tanrı iyidir, diyor hala ve ölü rüyasında bile gelmiyor.

***

Ölmek zorunda olduğuma hala inanmıyorum, ama bunu biliyorum.

Elias Canetti
Ölüm Üzerine
Amerikalı bilim insanları labaratuvar ortamında ilk sentetik maya kromozomunu üretti. Mayanın 16 kromozomunun ilkinin üretilmesi, sentetik biyoloji alanında bir dönüm noktası sayılıyor. Daha önce sadece bakteri gibi daha basit organizmaların sentetik DNA'ları üretilmişti.

Mayanın ise insanlarla ortak 2 bin geni olduğu biliniyor. Bilim insanlarının son araştırmalarındaki tercihlerinin bir diğer nedeni de mayanın ekmek ile bira üretiminde kullanılması ve gelecekte de endüstriyel alanlarda kullanılma potansiyeli.

ABD'nin California eyaletinde bir şirket sentetik biyolojiyi kullanarak farklı bir maya türü üretmişti. Söz konusu maya türü, başlıca sıtma ilacı olan artemisini üretebiliyor. Sentetik maya kromozomlarının gelecekte aşı ve sürdürülebilir biyoyakıt üretiminde kullanılması umuluyor.

'Teoriden gerçeğe'

Sonuçları Science dergisinde yayınlanan araştırmayı ABD'de New York Üniversitesi'nden bir grup bilim insanı gerçekleştirdi. Araştırma heyetinin başındaki Doktor Jef Boeke, sentetik biyolojinin teoriden gerçeğe dönüşmesinde önemli bir adım attıklarını söyledi.

Moleküler bioyolog ve genetikçi Doktor Craig Venter 2010'da kimyasal olarak sentezlenmiş DNA parçalarının birleşmesiyle oluşan bir genom tarafından yönetilen ilk sentetik hücreyi üretmişti.

Bilim insanları geçen yıl da sentetik RNA ve DNA üreterek yaşamın kimyasını taklit etmeyi başarmıştı. Böylece genetik bilgi depolama ve aktarmanın doğal DNA ve RNA'nın tekelinde olmadığı kanıtlamıştı.

Kaynak