1995 Mayıs’ında, 25 yaşındaki polis memuru, evine gitmek üzereyken trafik kazası geçirir. Bir sağlık merkezinde 4 gün komada kaldıktan sonra bilinci yerine gelir. İki hafta daha gözetim altında tutulur, akabinde evine gönderilir. Bir müddet sonra ailesi, rahatsız edici boyutlardaki anlamsız konuşmaları nedeni ile polis memurunu psikiyatri kliniğine yatırır.

Hasta, hastaneye neden getirildiğini bilmemektedir. Klinikte, hasta ile konuşulur. Kendisinin, Türkiye adına görevli özel bir istihbarat görevlisi olduğunu, CIA yetkililerinin de bulunduğu bir uçakta iken uçağın düştüğünü, bu nedenle hastaneye getirilmiş olabileceğini söyler. Hastaya, CIA yetkilileri ile nasıl anlaştığı sorulduğunda, görevinin gizli olduğu, dolayısıyla bir şey söyleyemeyeceğini ifade eder. Diğer taraftan; elinin, kolunun tuttuğunu yani vücudunda bir araz olmadığını ve dolayısıyla kendisini hastanede boş yere tuttuklarını, biran evvel görevine dönme isteğini belirtir.

Gerçek ile hayali birbirinden nasıl ayırırız? Sıcak ve sakin bir günde, çevremizdeki bağlarımızı kısa süreliğine kopartıp, bizde güzel duygular bırakan bir tatil anısını belleğimizden geri çağırıp, o anları tekrar yaşadıktan veya hayal kurduktan sonra, şu ana, içinde bulunduğumuz mekân ve zamana nasıl dönüyoruz? Döndüğümüz yerin, şimdiki zaman ve mekân değil de, başka bir hayal dünyası olmadığını nasıl anlıyoruz, nasıl emin olabiliyoruz? Beynimizdeki ne tür işlevler bizi “gerçek” dediğimiz algılar bütününe döndürüyor? Acaba matrix ile gerçek arasındaki ince çizginin belirleyicisi olan yine aynı beyin mekanizmaları olabilir mi?

Bu yazımızın konusu “konfabulasyon”, dilimize kazandırılmış adı ile “masallama”.

KELİMENİN ANLAMI
Konfabulasyon (confabulation) kelimesi, kökeni Latince olan ve 15. Yüzyıla kadar giden “fabulari” sözcüğünden türetilmiştir. Başka dillerde de benzer yapıda kullanılan bu sözcük İngilizce’de “sohbet, havadan sudan konuşma” anlamına gelmektedir. Dilimize “masallama” olarak kazandırılmış ve psikiyatriye dâhil edilmiştir. La Fontaine’den bildiğimiz hikâyelerin “fabl” olarak adlandırılması da, sanırız, bize bu konuda yabancı gelmeyecektir.

İLK GÖRÜNÜŞ ve TANIM
Psikiyatride tam olarak sınırları çizilmemiş ve neredeyse yüz yıldır klinisyenlerin dikkatini çeken konfabulasyon; bilinçte herhangi bir etkilenme olmaksızın, bellekteki boşluğu doldurmak amacıyla, kendiliğinden ortaya çıkan, gerçek dışı öyküler uydurma, masal anlatma ihtiyacıdır.
İlk kez 1889'da Rus nöropsikiyatrist Sergei Korsakoff tarafından, alkolden dolayı hafıza kaybı (amnezi) yaşayan kişilerde (alkol hastalarında) tanımlanmıştır. Korsakoff, alkol bağımlısı kişilerin anlattıklarına baktığında, hastaların, yaşadığı olaylara ilaveler yaparak anlattığını, yanlış hatırladığını veya gerçek dışı hikâyeler uydurduğunu görmüştür. Bu yanlış hatırlamalar kısa süre sonra konfabulasyon olarak adlandırılmıştır. Sonraki zamanlarda, konfabulasyonun sadece alkol değil, başka sebeplerle de ortaya çıktığı zaman içinde anlaşılacaktır. Şu halde, kısaca, kişinin çevresi, kendisi ya da dış gerçeklikle ilgili anlattığı hatalı bilgilere konfabulasyon denir.

TÜRLERİ
Konfabulasyonun iki türü vardır. Bunlardan biri, ancak bir soru sorulduğunda ortaya çıkan, soru sorulan kişinin verdiği cevapta, belleğindeki bir boşluğu doldurmak şeklindedir. Diğer bir ifade ile kişi, bir şeyi anlatırken, gerçekte olmayan bir şeyi, farkında olmadan söyleminin içine katar. Buna anlık (uyarılmış) konfabulasyon denir.
Diğer bir türü ise düşlemsel (fantastik) konfabulasyonolarak adlandırılır. Burada, bellek boşluğunu doldurmadan daha öte bir mekanizma devreye girer. Hasta, bellek boşluğunu doldurmanın ötesine geçen ayrıntılı ve renkli öyküler anlatır. Hasta, öykülerinde, kendisine ait gerçek bellek kayıtlarını kullanılır. Ancak kullanılan bu bellek kayıtları gerçek olmayan hikâyeleri yaratmak içindir. Siz, hastaya soru sormasanız da, ortaya kendiliğinden çıkar. Bu hikâyeler, hastanın kendi isteğini doyurucu yöndedir. Kendi hikâyeleri içinde önemli bir kişi durumundadır. (Yazının başındaki örnek.)
Anlık (uyarılmış) konfabulasyonla ilgili, beynimizde anatomik bozukluğun olduğu bir yerin neresi olabileceği konusunda bir bilgimiz yok. Aslına bakılırsa, sağlıklı bireylerde de ortaya çıktığı bilinmektedir.
Bizim, üzerinde daha çok duracağımız konu; düşlemsel (fantastik) konfabulasyon olacaktır.
DÜŞLEMSEL (FANTASTİK) KONFABULASYON
Düşlemsel (fantastik) konfabulasyonda anlatılan hikâyenin kaynağı yine hastanın kendisine aittir. Diğer bir ifade ile hasta, kendi geçmiş bellek kayıtlarını kullanır. Ancak, belleğindeki kayıtları söylem haline getirirken, geçmişte yaşamış olduğu zaman ve mekân bağlantıları kopar. Artık, bellekteki bilgileri denetleyen, kontrol eden, gerçeği denetleme mekanizması (reality monitoring işlevi) bozulmuştur. Kendi bellek kayıtlarını kaynak alıp, bambaşka bir hikâye uydurur ve bu hikâyeyi, “şimdi” yaşıyormuş gibi anlatır.
İşin garip tarafı, düşlemsel konfabulasyon hastaları, yeri geldiğinde klinisyenlerin de gözünden kaçabilir; klinisyenler onları normal, sağlıklı birey olarak görebilirler. Klinisyen, anlatılan hikâyenin bütününe sahip olup, hastaya ait gerçek yaşamını mukayese ederek veya hastaya doğru soruları sorarak konfabulasyonun farkına varabilir. (Ailesinin, polis memurunun durumunun farkına varması.)
Hasta, bu şekilde davranmakla, hekimi kandırmayı amaçlamaz, bir çıkarı yoktur. Kaldı ki, anlattığı hikâyenin yanlışlığı konusunda da bir fikri yoktur. Anlattıkları onun için gerçektir.
ANATOMİK NEDENLERİ
Konfabulasyonun nedeni olarak, yukarıda da bahsedildiği gibi Korsakoff sendromu ve diğer nedenler olarak, anterior kommünikan arter yırtılması, kapalı kafa travması, Alzheimer hastalığı, beyin tümörleri, enfeksiyonlar gösterilmekte, hatta yakın zamanlardaki çalışmalarda multiplesklerozda da çıkabildiği ifade edilmektedir. Görüldüğü gibi birden fazla neden konfabulasyon ile sonuçlanabilmektedir.
Burada, konfabulasyona neden olanların hepsini değil ama en azından birini, “anterior kommünikan arter yırtılması” nın ne demek olduğunu şekilde gösterelim.
Bilindiği gibi, beynimizde de, sinir hücrelerinin ve diğer sistemlerin beslenebilmesi için kan damarları mevcuttur. Eğer beynimizin ön tarafına bakacak olursak, büyütülmüş resimde görüldüğü gibi öyle bir damar vardır ki, beynin iki yarım küresi arasında yer alıp, bölgedeki kan damarlarını birbirine bağlayan kanallardan biridir. İşte, kafaya alınan bir darbe, yarım kürelerin birbirinden ayrı yönlere hareket etmesine, damar üzerindeki yükün artmasına ve yırtılmasına neden olur. Bunun sonucu olarak da konfabulasyon oluşur.
FRONTAL LOB ve BELLEKTEN BİLGİ ÇAĞIRMA
Frontal loblar bellek işlevleri açısından çok önemli rol oynarlar. Yazımızın başında da bahsettiğimiz gibi, hayal kurduğumuzda veya bir anımızı yeniden yaşadığımızda, anıya ait bilgileri, belleğimizden belli bir düzen içinde çağıran ve o bilgileri yönetip karşımıza “anı” olarak çıkmasını sağlayan kısım, beynimizin ön tarafı yani frontal loblardır. (Beynimiz, iki yarımküreden meydana geldiği için, iki adet frontal lob bulunur.)
Frontal loblar, bellekteki bilgileri geri çağırırken, bu işlevini olabildiğince yaşanıldığı kronolojide ve ilgili mekânlarla bağlantılı olarak yapar. Geri çağırma esnasında, anılara ait bütünlüğün korunması önemlidir ve bunu da frontal loblar sağlar. Eğer, geri çağırılanların içine, ilgisiz bilgilerin de karıştığını görürse, bu bilgileri baskılayarak, anılardan ayıklamaya çalışır. Özetle, bellekten, frontal lob tarafından çağırılan bilgiler olabildiğince denetlenir ve doğrulanmaya çalışılır. Tabii ki bu geri çağırma her zaman %100 doğru değildir. Özellikle şahitlik yapanların yanlış bilgilerden (hatırlamalardan) dolayı mahkemelerin seyrini yanlış yöne sevk ettiğini birçok yerde okumuşuzdur, filmlerde görmüşüzdür.
Geçmişte yaşadığımız ve belleğe kaydolan anıları, belleğe kaydolduğu zaman ve mekân algısını bozmadan geri çağırmada, frontal lobların yaptığı denetleme ve kontrole, gerçeği denetleme (reality monitoring) adı verilir.
İşte konfabulasyon olarak bahsettiğimiz durumda, “gerçeği denetleme” mekanizması bozulmuştur. Dolayısıyla konfabulasyonda, bellekten geri çağrılan bilgiler gerçeğe, zaman ve mekân özelliklerine uygun olup olmadıklarına bakılmaksızın dışa vurulur. (Bunu, daha aşağıdaki resim deneyi ile göstereceğiz.)
Makaleyi oluşturan kaynaklardan aldığımız ifadeyle söylemek gerekirse, frontal lobların görevi, belleğin doğru işleyebilmesi için “hatırlayamadığını hatırlamak” tır.
GERÇEKLİK ve HAYAL KURMAK
Günlük bir davranışımızı ele alalım. Davranışlarımızı incelersek, bu davranışlarımızın rastgele olmadığını görürüz. Ne yapacağımıza karar verdiğimizde bu davranışımız, birkaç nedene bağlı olarak belirlenir. Öncelikle geçmiş dönem bilgilerimize başvururuz. Söz gelimi işe gidecek isek, işimizin nerede hangi adreste olduğu bilgisi, daha önceden belleğimizde mevcuttur. İkinci kaynak bilgi, o andaki anlık bilgidir. Örnek olarak, işe giderken otobüse, trene biniyorsak, demek ki, o andaki bilgileri (otobüsün gelmesi, treni kaçırmamız) kullanıyoruz yani anlık bilgi girdisini kullanıyoruz demektir. Ve son olarak da, zihnimizde gelecekle ilgili tasarladığımız bilgileri kullanırız. Çünkü, işe gitmemizin nedeni, geleceğimiz ile bağlantılıdır, iş; gelecekteki ortamı sağlayacak kazancımızı sağlayacaktır.
Bellek, mantıksal düşünmenin olduğu kadar hayal kurmanın da temelini oluşturur. Geçmiş dönemde hangi günde, hangi mekânda olduğumuz, ne yaptığımız, kiminle konuştuğumuz, neyi yapmayı planladığımız kronolojik olarak belleğimize kaydolur. İşte bizler, hayal kurarken dahi kaydolan bu bilgileri başlangıç olarak alırız. Kurduğumuz hayalle ilgili öyle bir şeyi yaşamamış olsak bile, belleğimizdeki kayıtları kullanırız. Söz gelimi, bir uzay gemisine hiç binmemiş olsak da, belleğimizde daha evvel kayıtlı olan film, belgesel, dergi ve kitaplardan gördüğümüz uzay gemisi bilgilerini kullanır ve kendimizi bir uzay gemisinin içindeyken hayal edebiliriz. Aslında daha da şaşırtıcı olan, beynimizin hayal kurmamıza olanak sağlaması ve bu hayal kurmadan sonra gerçekliğe, yaşadığımız zamana döndüğümüzde, gerçeklik ile hayal geçişini nasıl yaptığı, nasıl kontrol ettiği, bizi hayalden veya anılara takılıp kalmaktan nasıl ayırdığı konusunda bilgi sahibi değiliz. Belleğimizde var olan geçmiş hatıralarımızı, her an gerçeklik taşıyor sanarak yaşasaydık, hayatımız karmakarışık olurdu.
Yeni bilgiler edindiğimizde, bu bilgilerin eski bilgilerimizle çelişki ve çatışmaya girmeden bütünleşmesi, pekişmesi gerekir. Nihayetinde pekişen, bütünleşen eski ve yeni bilgiler belleğimize kaydolur. İşte bu kaydolma işleminden özellikle hipokampus ve bağlantılı diğer bölgeler olduğunu biliyoruz. Bu arada, anılarımızı kaydetmede çok önemli görev yüklenmiş olan hipokampusun anlamı, benzerliğinden dolayı denizatı demektir. (Şekilde, hipokampus ve denizatı yan yana görülmektedir)
Yukarıda da ifade edildiği gibi, bellek kayıtlarının denetlenmesi, anılarımızı denetleyerek geri çağırma ve sonra gerçekliğe dönme mekanizmasını yöneten, frontal loblarımızdır. Zaten, yukarıda sayılan arazların büyük bir çoğunluğu, frontal loblarda olan arazlar olup, konfabulasyona da, frontal lob lezyonları (doku hasarlanmaları) sebep olmaktadır.
Konfabulasyonu dürüst yalan söyleme olarak tanımlayan yazarlar da vardır.
KONFABULASYON SÜRESİ
Konfabulasyonun, ilk defa Korsakoff tarafından amnezi hastalarında görüldüğünü söylemiştik. İlginçtir ki, Korsakoff sendromunda konfabulasyon erken dönemde ortaya çıkmakta, amnezi devam ettiği halde, başlangıçta mevcut olan konfabulasyon bir süre sonra ortadan kalkmaktadır. Bu ise, konfabulasyon ile bellek kaybı (amnezinin) belli bir süre için örtüşen ama birbirlerinden kısmen de ayrı birer süreç olduğuna işaret etmektedir.
Konfabulasyonun uzun sürdüğü durumlar da mevcuttur. Hasta, hastalığının farkında olmadığı gibi, hastaneye neden yattığını da farkında değildir. Çünkü kendi hikâyeleri kendi gerçekliği olduğu, eli kolu sağlam olduğu için hastaneden neden tutulduğunu kestirememektedir. Eğer, hastanın anlattıklarının, gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığı kendisine bir şekilde gösterilse ve hasta bunun farkına varsa dahi, bu defa hasta, böyle bir şeye nasıl olup da inandığını veya neden yaptığını açıklamaya çalışırken şaşırır, hatta daha evvelkilerinden daha da tuhaf, ilginç açıklamalarla kendisini haklı görmeye çalışır.
DİĞER KONFABULASYON ÖRNEKLERİ
1951’den beri evli olan 61 yaşındaki bir hastanın 27, 31, 32 ve 34 yaşlarında 4 çocuğu vardı. Hasta ile konuşulduğunda, kendisinin 4 aydır evli olduğunu söylüyordu. Buna karşılık, 4 aylık sürede bu yaşlardaki 4 çocuğa nasıl sahip olduğu ve kendisinin de bu durumu garip bulup bulmadığı sorulduğunda, hastanın kendisi de bu durumu garip bulduğunu, olsa olsa onları evlat edinmiş olabileceğini söylemekteydi.
Başka bir hasta sigortacıydı. Aslında öyle bir durum olmadığı halde, ekonomi ile ilgili çok önemli bir toplantıya yetişmesi gerektiği konusunda ısrar ediyordu.
Diş hekimi bir hasta, hastalarının randevuları olduğunu sanıyor, bu sebeple hastaneden sürekli olarak kaçıyordu.
Anterior kommünikan arter yırtılması sebebiyle hastaneye yatırılan bir kadın hasta, ısrarla bebeğini emzirmesi gerektiğini söylüyordu. Evet, yılar evvel bir bebeği vardı ve emzirmek istediği bebeği şu anda 30 yaşındaydı
RESİM DENEYİ
İsviçre’de, Cenevre Üniversite Hastanesinde nörorehabilitasyon profesörü olan ve daha çok, hafıza kaybı üzerine yaptığı çalışmaları ile bilinen Armin Schnider, aşağıdaki şekilde bir deney yapar.
Profesör Schnider, konfabulasyon hastalarına bir dizi resim gösterir. Bu resimlerden bazıları dizi içinde tekrarlanmaktadır. Yani aynı dizi içinde, aynı resimden birden fazla sayıda bulunmaktadır. Konfabulasyon hastalarından istenen şey, resimlerin gösterilmesine başladıktan itibaren, resim dizisi içinde, aynı resim ikinci veya üçüncü defa tekrarlanmışsa, “bu resmi, bu dizideki resimlerin içinde daha evvel gördüm” anlamına gelen “evet” demesi, o resmi, o dizi içinde ilk defa görüyorsa (dizi içinde, daha evvel bu resmi görmedim anlamında) “hayır” demesidir.
Şekilde, tavşan ile başlayan resim dizisine bir bakalım. Tavşan, resim dizisinin ilk resmi olduğu ve henüz benzer bir resmi bu dizi içinde şimdilik görmediğimiz için gerek normal bir kişiden gerekse konfabulasyon hastasından alınacak cevap “hayır” dır. Keza ikinci resim olan gül resmi ile de ilk defa karşılaşıldığı için normal bir kişi ve konfabulasyon hastası bu resim için “hayır” cevabını verir. Kaplan resmi için de “hayır” ifadesi alındıktan sonra sıra dördüncü sıradaki gül resmine gelince, gerek normal kişi, gerekse konfabulasyon hastası, gül resmi için “evet” ifadesini kullanır. Çünkü, gül resmi, dizi içinde, ikinci resim olarak daha evvel görülmüştü. Deneye devam ederek, saat ve araba resimleri için de birer “hayır” cevabı aldıktan sonra birinci dizi resimlerle ilgili deney biter.
Şimdi, deneyin ikinci aşamasına gelelim. Deneyin ikinci aşamasında, konfabulasyon hastasına, bu defa ikinci bir dizi resim gösterileceği söylenir. (Şekilde, nota resmi ile başlayan dizi resimler.) Konfabulasyon hastasından istenen, ikinci dizideki resimler için de aynı kuralı uygulamasıdır. Ancak, evvelki dizideki resimlerin hiç birini dikkate almaması, ikinci dizideki resimleri kendi içinde değerlendirmesi istenir. Buna göre normal bir kişi, ikinci resim dizisinde sadece dördüncü sıradaki çam resmine “evet” ve diğerlerine “hayır” cevabı verirken (normal kişiye ait ifadeler, resimlerin sol üstlerinde gösterilmişlerdir), konfabulasyon hastaları, fazladan, üçüncü sıradaki gül ve beşinci sıradaki saat resmine de “evet” ifadelerini kullanmışlardır. Konfabulasyon hastaları, kendilerine, ikinci diziyi kendi içinde ayrı değerlendirmeleri istendiği halde, birinci resim dizisindeki gül ve saat resimlerinin, sanki ikinci dizi içinde varmış gibi düşünür, dolayısıyla ikinci dizi içindeki gül ve saat resimlerini ikinci defa gördüklerini sanarak, bu resimlere “evet” ifadesini kullanmışlardır. (Resimlerin sağ alt köşelerindeki ifadeler.) Diğer bir ifade ile, iki resim dizisini birbirine karıştırmış, ikinci resim dizisinin içine, birinci resim dizisindeki bilgileri taşımışlardır. Bunun anlamı, konfabulasyon hastaları yeni resim dizisine cevap verirken bellek, eski bilgileri (birinci resim dizisine ait bilgileri) denetleyemediği için, bir evvelki kayıtları eleyememiş ve dolayısıyla, birinci deneye ait kayıtlar ikinci dizi resim kayıtlarına “evet” dedirten referans resimler olmuştur.
KONFABULASYON VE FARKLAR
Peki, şunları sorabiliriz. Mitomani (yalan söyleme hastalığı), paranoya (sanrı) ve benzeri kavramların konfabulasyondan ne farkı vardır? Birçok çalışmalar yapılıyor ve devam ediyorsa da, birbirlerinden ayırmak için kesin sınırların şimdilik konmadığını söyleyelim ve konumuzu burada bitirelim ve son olarak soralım.

Yazıyı okurken, çevrenizden kısa süre de olsa bağlarınızı koparttığınızı düşünüyor musunuz? Bu süre çerçevesinde, zaman zaman, aklınıza yazının dışında başka şeyler geldi mi? Hayal gücünüz, siz istemeseniz de çalıştı mı? Çoklu veya paralel evrenlerden bahsedilen çağımızda, yazıyı okumayı bitirdiğimizde hala kendi evrenimizde olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Kanıtınız var mı?


Erol
Kaynaklar:
Derler ki, insanlık tarihi boyunca insan üç büyük ve gurur kırıcı şok yaşadı. Kopernik devrimi ve ardından gelen gelişmeler sonunda insan, yaşadığı yerin evrenin merkezinde olmadığını hayal kırıklığı içinde öğrendi. Meğer hiç de önemli bir özelliği olmayan bir köşesinde yaşıyormuşuz uçsuz bucaksız evrenin. Darwin ise bize aslında hayvan kökenli olduğumuzu öğretti. Maymunlarla yakın akraba imişiz meğerse. Freud’a gelince, o da bu hayvanın “ruh hastası” olduğunu anlattı bize! [1]

Aslında insan kendine atfettiği önemi küçültücü başka şoklar da yaşadı özellikle yakın tarih boyunca. Örneğin annelik, aşk, şiir, sanat, vatan sevgisi, ahlak, hatta dindarlık gibi yücelttiğimiz duygular, eserler ve ilişkiler meğer birtakım genler, hormonlar ve beyin kimyasallarından kaynaklanıyormuş. [2] Bunlar belki önceki üçünden biraz daha küçük çaplıydılar ve içerimleri henüz insanlık tarafından tam olarak sindirilmedi. Kapıda başka şoklar da olabilir. Belki Benjamin Libet’in deneyleri [3] türünden deneyler insanların o hep güvendiği, varsaydığı ve ceza, ödül, övme, yerme, hukuk gibi kurumlarını dayandırdığı “özgür irade” denen şeyin gerçekte var olmadığını, bir illüzyondan ibaret olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyacak. Hele bu sonuncusu kafalarımıza iyice girdiğinde esaslı şok dalgaları yaratmaya aday.

Bizi başka çok büyük şoklar da bekliyor olabilir. Benim aklıma olası adaylardan biri olarak insanın dünyayı ziyaret edecek dünya dışı çok ileri bir uygarlıkla karşılaşması geliyor. O kadar uzak bir yerden geldiklerine göre, düşünün bir kere ne müthiş bir zekâları, bilimsel ve teknolojik düzeyleri, dünyaya bakışları olmalı… Onlar karşısında bir yaprak bitinin bizim karşımızda hissettiklerini hissedebiliriz: alabildiğine basit, ilkel ve önemsiz. Bu karşılaşma sonunda “insanın yüceliği” sözlerine artık ne sanatta, ne felsefede, ne de başka bir yerde rastlar hale geliriz. Öz-güveninden eser kalmaz insanın. Ontolojilerinde, ahlak teorilerinde insanı veya insan toplumunu ve tarihini merkeze alan, örneğin “her şeyin ölçüsünün insan olduğunu” söyleyen Protagoras felsefesi gibi, pragmatizm gibi, Hegelcilik gibi antroposentrik felsefeler de gülünç duruma düşer. [4] Buna karşılık bunalımcı-egzistansiyalist felsefeler patlama yapabilir. Depresyon ilacı kullanımı da. İnsanların dinleri ve mezhepleri de büyük sarsıntı geçirir, eğer o ET’lerin bambaşka dinleri varsa veya hiçbir dinleri yoksa. Biz bir yaprak bitinin dinsel inançlarını ciddiye alır mıydık?

Aslına bakarsanız, insanlarda bu tür şokları atlatma veya bilinç altına itme konusunda birtakım güçlü mekanizmalar olduğunu düşünmek çok makul. Hatta böyle mekanizmaların evrimin insana bir hediyesi olması da çok muhtemel —aksi halde insan bu tür şokların altında ezilir, bu da hayatta kalmasını zora sokardı. Birçoğumuz bize aşağılık duygusu ve hayal kırıklığı veren olayları zamanla atlatırız. Tabii atlatamayanlarımız da olur, kronik bunalımlara sürüklenirler.

Böyle öz-güven sarsıcı durumlarda, insanlığın kişisel ve toplumsal düzeyde ne gibi psikolojik tepkiler ve korunma mekanizmaları oluşturacağını düşünmek gerekiyor. Aslında sözünü ettiğim (daha doğrusu Freud’un sözünü ettiği ve benim de bazı eklemeler yaptığım) şoklar soyut bir “insanın” ya da “insanlığın” yaşadığı şoklar. Falanca filanca bireysel insanlar ya da insan topluluklarından ziyade insan yaşamış ya da yaşayabilir o şokları. Peki nedir, kimdir bu soyut insan ya da insanlık? Realitede neye karşılık gelir? O soyut “insan” kavramının derin bir analizini yapmak amacında değilim şimdi, ama bu soyut insan tüm reel insanların istatistiksel bir ortalaması, yani “ortalama insan” olmasa gerek. Soyut “insan” en çok felsefecilerin, sanatçıların (özellikle şairlerin ve diğer edebiyatçıların) ve Freud gibi düşünürlerin bahsetmekten hoşlandıkları bir kavram. Peki o soyut insan böyle şoklar yaşadığında somut, yani tek tek reel insanlar ve insan toplumları ne yapıyor? Ve bu somut insanlar bu şokları nasıl savuşturuyor ya da savuşturabiliyor mu?

Öz-güvenimize kişisel düzeydeki tehditlerin iki şekilde üstesinden gelmeye çalışırız.

(1) Bizden üstün gibi görünen biriyle karşılaştığımız zaman mümkünse onunla yarışır ve onu geçmeye çalışırız. (Kıskançlığın sağlıklı bir dozu motive edicidir ve bu şekilde evrimleşmiş olduğumuzu düşünmek mümkün.)

(2) Eğer onu geçemeyeceğimiz kesinse türlü savunma mekanizmalarımızı harekete geçiririz. (Bu da bunalıma düşmememiz için evrimin bize kazandırdığı bir özellik olabilir.) Çok zeki ve akıllı bir insanla, örneğin Einstein veya Aristo ile aynı evde yaşamak zorunda olduğunuzu düşünün. Onun zekâca üstünlüğünü kabul eder ama içinizden onda başka kusurlar bulmaya çalışırsınız. “O çok büyük bir zekâ, ama ben de daha sanatsal duyarlılığı olan bir insanım,” ya da “O müthiş bir teorisyen olabilir ama ben de günlük pratik işlerde daha iyiyim” dersiniz. Olmadı, “Ben daha şık giyiniyorum,” ya da “Ben ağzımı şapırdatmadan yemek yiyorum” diyerek eziklik duygusuna kapılmamaya çalışırsınız. Ama içten içe kıskançlığınız sizi kemirir, özellikle siz de o ev arkadaşınız gibi entelektüel bir alanda söz sahibi olmaya çalışan biriyseniz ve o tam da o alanda bir dâhi ise.

Öz-güvenimize tehditler toplumsal/klansal düzeyde de olabilir. Bir zamanlar Türk vatandaşları çok gelişmiş Avrupa ülkelerine veya Amerika’ya gittiklerinde bir miktar aşağılık duygusu ve eziklik hissederlerdi, o ülke ile kendi ülkelerini karşılaştırdıklarında. (Bu psikoloji şimdilerde azalmakla birlikte birçok vatandaşımız bunu hâlâ yaşıyor muhtemelen.) Batılılarla kendimizi karşılaştırır ve “Biz adam olmayız”, “Alem aya biz yaya” derdik 60’lı 70’li yıllarda. [5] Onlara gıpta eder, kendi halimize üzülürdük. Peki bu durum bizi yiyip bitirir, bunalımlara sürükler miydi? Yo-o-o... Ziyaret ettiğimiz çok kalkınmış bir ülkede ilk eziklik duygusunu atlattıktan sonra çoğumuz savunma mekanizmalarını harekete geçirirdi. “Onlar çok ileri olabilir ama bizdeki insanlık yok onlarda” ya da “Aile bağları bizimkinden zayıf” ya da “Komşuluk nedir bilmiyorlar” der ya da hiç bir kusur bulamazsak, “Bizim yemeklerimiz daha güzel” diyerek öz-güvenimizi tekrar kazanıverirdik. Tarihimizle, geçmişte kurduğumuz imparatorluklarla övünür, günün birinde geri kalmışlığımızdan silkinip kurtulacağımızı düşler, geri kalmışlığımızı birtakım mazeretlerle açıklamaya çalışırdık.

Ama mümkündür ki, bizim ET’lerle karşılaşmamız bütün bu savunma ve hafifletme mekanizmalarını boşa çıkaracak şekilde olabilir. Öncelikle şunu tekrar vurgulayayım: İnsanlar ancak kendilerinin de iddialı ya da istekli olduğu bir konuda kendilerinden daha üstün başkalarını görünce kıskanırlar, eziklik hissederler. Eğer ben de iddialı bir koşucuysam benden daha iyi bir koşucu görmek moralimi bozar, ama koşma benim iddialı olmadığım bir alansa, benim iddialı olduğum alan örneğin fotoğrafçılıksa, hiç de umursamam. Şimdi, biz insanlar aklıyla, zekâsıyla dünyadaki diğer canlılara üstünlük sağlamış, akıl ve bilgi konularında “iddialı” yaratıklarız. Bizden çok çok daha zeki ve entelektüel açıdan bize taş çıkartacak başka yaratıklar karşısında hiç de umursamazlık yapamayız. Hele ET’ler bizim acizliklerimizle etkili bir şekilde alay etmenin de yolunu bulmuşlarsa! [6]

Eğer böyle çok zeki yaratıklar bize kendilerini tanıttıktan ve bizi hayranlık ve kıskançlık içinde bıraktıktan kısa bir müddet sonra gezegenimizden çekip giderlerse biz gene psikolojimizi toparlarız, onları unuturuz, moral bozukluğumuz bir müddet sonra küllenir. Ama bu ET’ler kalıcı olarak gelmişlerse ve bizim yaşantımızın her yanına girmişlerse, onların muhteşemliği her an karşılaştığımız bir olguysa, o zaman onların yanında kendimizi her an bir yaprak biti gibi hissetmekten kaçınamayız. Tabii eğer bizim için tehlike de yaratırlarsa sadece aşağılık duygusuna kapılmakla kalmaz dehşet içinde kalır veya can derdine de düşebiliriz. Ama bu ET’ler bize zarar vermek niyetinde olmasalar, hatta birçok konuda bize yardımcı olsalar bile onların varlığı bizim psikolojimizi derinden yaralar. İşte böyle bir durumda, hem somut anlamda hem de soyut anlamda “insan” bertaraf edemeyeceği esaslı bir şok yaşar.

Önceki şoklarımızı aklımız ve zekâmızın üstünlüğünü hissetmemiz sayesinde bertaraf edebildik. Evrenin merkezinde yer almadığımızı öğrendik ama bilimde, teknolojide öyle ileri gittik ki, insan aklının bu başarıları ona evrenin merkezinde olmadığı bilgisinin getirdiği üzüntüyü telafi edebildi. Kökenlerimizin hayvan olduğunu öğrenmek de hayvanlara karşı sağladığımız ezici akılsal üstünlük sayesinde fazla sarsmadı bizi —“Hayvansak bile diğerlerinden çok üstün bir hayvanız” diyebildik. Yani şoklarımızı kısa sürede kompanse edecek şeyler bulduk, kendi başarılarımızdan kaynaklanan. Hiç de ezilmedik.

Ama artık içli dışlı yaşamak zorunda olduğumuz süper zeki, süper başarılı ET’lerin yaşattığı şoku ve aşağılık duygusunu “insanlığın bilimsel ve entelektüel zaferleriyle” gidermek gibi bir çözümümüz olamaz. Çünkü onlar bizim bu en iddialı olduğumuz alanda, tam da bizim koştuğumuz kulvarda, bizden fersah fersah öndeler. Bizden çok daha zekiler, bilim ve teknolojileri bizden çok daha ileri, bizim aklımızın ermediği ve aklımıza bile gelmeyen felsefe ve matematik problemlerini çoktan çözmüşler, evrenle ilgili en derin gerçekleri keşfetmişler, hatta sanatları bile bizimkine göre öyle başdöndürücü ki bizimkiler onlarınki yanında gayet yavan ve ilkel kalıyor. Onlar bizimkinin 100 misli karmaşık bir satranç oynayabiliyor, bizim koca bir kütüphanedeki kitaplarımızı birkaç günde okuyup bitiriveriyorlar. Ve biz her gün bu realiteyle yaşamak zorundayız. Bu durum kolektif akıl sağlığımız için hiç mi hiç iyi olmaz, tarihimizde hiç yaşamadığımız kadar travmatik olur “insanlık” için.

Dünya dışı olağanüstü zeki ve bilgili varlıklarla karşılaştığımızdaki olası toplumsal psikolojimizi şöyle bir analojiyle daha iyi hayal edebiliriz belki. Diyelim ki, birtakım sağlam bilimsel araştırmalar Türk toplumunun ortalama IQ’sünün falanca milletin ortalama IQ’sünden epeyce daha düşük olduğunu açıkça ortaya koydu. Böyle bir durumda ne hissederdik Türk toplumu olarak? Hemen IQ testinin zekânın iyi bir göstergesi olmadığını savunmaya çalışırdık. Ama ya insanların zekâ+diğer akılsal kapasitelerini çok güvenilir ve tartışmasız bir şekilde ölçen bir test (ya da direkt olarak beyni inceleyerek ortaya çıkarma metodu) bulunmuş olsaydı? Ve bu test de Türk halkının ortalama zihinsel kapasitesinin o diğer toplumdan hatırı sayılır bir şekilde düşük olduğunu gösterseydi? [7] Bunun şokunu Türk toplumu kolay kolay atlatamazdı herhalde. Düşünün, o falanca toplum kalkınmışlık, refah, teknolojik ve bilimsel düzey, felsefi ve düşünsel ilerlemişlik konularında bizimle arasını her geçen gün daha fazla açıyor ve bizim bu arayı kapamak konusunda çaresiz kaldığımız gayet açık. (Allahtan bu sadece hayalî bir senaryo.) Türk halkı bunun vereceği aşağılık duygusunu azaltmanın bir takım yollarını yine de bulmaya çalışabilirdi, “Biz de güreş sporunda daha iyiyiz” ya da “Tarihimiz daha şanlı” falan diyerek. Ama bu tür avunmaların da bir sınırı olurdu ve toplumumuzu gittikçe derinleşen bir kendine güvensizlik ve aşağılık duygusu sarardı. Özellikle o falanca toplum güreş sporunda da bizden daha iyiyse ve onların tarihi de en az bizimki kadar “şan ve şerefle” dolu ise.

Sonuç olarak, eğer bir gün evrenin başka bir köşesinden gelen çok ileri bir uygarlıktan ziyaretçilerimiz olursa, onların üstünlüğü karşısında öz-güvenimizin alacağı ağır yaralar zamanla kapanır mıydı? Belki evet ama belki de hayır —bahsettiğim, onlarla sürekli içli-dışlı yaşama senaryosunda, örneğin. Hepimizin bildiği gibi, çok büyük öz-güven kayıpları ve hayal kırıklıklarının getirdiği travmalar karşısında bazı kişisel trajediler yaşanabiliyor. Eğer bireysel somut insanlardan değil de soyut bir “insan”dan bahsediyorsak, o “insan”ın büyük şoklara epeyce dirençli olduğu şüphesiz doğru. Ama, dediğim gibi, bir noktaya kadar… [8]

Dipnotlar:
[1] Bkz. Donald Palmer, Does the Center Hold? (Mayfield, 1991), s.63. Palmer bunları Freud'un benzer sözlerinden esinlenerek söylüyor. Buradaki üçüncü şok Freud’un söylediğinin Palmer tarafından espirili bir kılığa büründürülmüş hali. İnsanlığın yaşadığı bu üç imaj zedeleyici devrim hakkında detaylı bilgi için bkz. Friedel Weinert, Copernicus, Darwin and Freud (Wiley-Blackwell, 2009).

[2] Bir dine inanma eğiliminin insanlarda genetik olarak programlanmış olduğu iddiası için bkz., örneğin, Dean Hamer, The God Gene: How Faith is Hardwired into Our Genes (New York: Anchor Books, 2004).

[3] Benjamin Libet, “Unconscious Cerebral Initiative and the Role of Conscious Will in Voluntary Action,” Behavioral and Brain Sciences, 8(1985), s.529-566. ("Tanrı Var Mı?" blog sitesinin dipnota eklemesi: Konu hakkında daha geniş çaplı bilgi edinmek için Benjamin Libet Deneyi / Özgür İradeye Sahip Miyiz? adlı  makaleyi inceleyebilirsiniz.)

[4] Zeki ET’lerin olanaklılığı düşüncesinin tarihi çok eskidir. Bu düşünceyi açık ya da örtük bir şekilde onaylayan sayısız düşünür arasında Lucretius, Plutarch, Cusa’lı Nicholas, Bruno, Kepler, Galilei, Mersenne, Descartes, Leibniz ve Kant da vardır. Bu bilgi ve Hegel’in bu konuda niçin suskun kaldığı konusunda bir makale için bkz. Karim Akerma, “Hegel’s Silence on Extraterrestrial Intelligence,” Prima Philosophia, cilt 12, sayı 2, yıl: 1999, s.19-34. Bu makalenin internetteki versiyonu şu adreste bulunabilir: http://www.akerma.de/Akerma_Hegels%20Silence%20on%20Extraterrestrial%20Intelligence.html

[5] İlginçtir, bu tür sözleri artık pek duymaz olduk. Bu tabii iyi bir işaret. Gerçi ülkemizdeki bazı olumsuzlukları gördüklerinde zaman zaman “Biz kim Avrupa Birliğine girmek kim!” diye hayıflananlarımız olmuyor değil.

[6] Eğer ET’ler insana dış görünüş olarak da nisbeten benzerlerse, aşağılık duygumuz daha derin olur diye düşünüyorum.

[7] Bir bakıma Homo sapiens yanında neandertallerin zekâca konumu gibi örneğin.

[8] Bu yazı “SahipsizKent” adlı blogda yazdığım bir yazının genişletilmiş biçimidir (http://www.sahipsizkent.com/denemeler/15-insanligin-Karsilasmasi-Muhtemel-4uncu-Asagilayici-Sok.html). O yazıya yaptığı yorumla konu üzerindeki düşüncelerimi genişletmeme yol açan Gizem Mert’e teşekkür ederim.

Erdinç  Sayan
ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2013 Bahar, sayı: 15, s. 53-58 
Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.
- Wilhelm Stekel

İnsan aynı zamanda hem içten olup hem de içtenmiş gibi görünemez.
- Andre Gide

İnsan, yoldaşının sırtından rahatlık ve zevk içinde yaşamaktan hoşnuttu; parolası ve bahanesi 'ihtiyaç' olmuştu.
- H. G. Wells

Islık çalmak günlük hayatın baskılarından bağımsızdır ve kısa bir süreliğine de olsa bizim de kendimizi özgür hissetmemizi sağlar.
- Franz Kafka

Cennet ne bir yerdir, ne de bir zaman. Çünkü yer de, zaman da birer kavramdır yalnızca, anlamları yoktur. Cennet, yetkinliğe ulaşmanın ta kendisidir.
- Richard Bach
Nature dergisinde sonuçları yayımlanan bir araştırmaya göre günümüz insanı bazı hastalıkların kökeninde yatan gen tiplerini Neandertaller ile çiftleşen atalarından kaptı. İltihabi bir bağırsak hastalığı olan Crohn hastalığı, Tip 2 diyabet ve tuhaf bir şekilde sigara tiryakiliğini de Neandertal genlerin taşıdığı düşünülüyor.

Genom haritası Homosapien insanın Afrika'dan ayrıldıktan sonra Neandertaller ile beraber olduğuna işaret ediyor. Bugüne kadar Neandertal DNA'sının etkileri ve insan sağlığı üzerinde nasıl bir iz bıraktığı konusu açıklık kazanmamıştı. Afrikalı olmayan insanların genetik yapılarının yüzde 2 ile 4 arasında bir oranının Neandertallerden geldiği tahmin ediliyor.


Soğuk iklimlere uyum
Harvard Tıp Fakültesi'nden genetik bilimci Sriram Sankararaman ve meslektaşları 1004 kişinin genomunu inceleyerek farklı genlerin Neandertal versiyonlarına sahip olan bölgelerini belirledi. Bunlar arasında sigara bırakma zorluğuyla ilişkilendirilen bir gen varyantının Neandertal kökenli olduğunu öğrenmek epey sürpriz yarattı.

Bu keşif Neandertal atalarımızın mağaralarda zincirleme sigara içtiği anlamına gelmiyor tabii. Araştırmacılar bu mutasyonun başka işlevleri de olması gerektiğini söylüyor. Modern insanın sigara içme alışkanlığını ilgilendiren özellik başka bir dizi genetik etkiden sadece biri olsa gerek.

Araştırmacılar ayrıca Neandertal DNA'sının insan genomuna eşit biçimde dağılmadığını, daha ziyade gen haritasının cilt ve saçı etkileyen bölgelerinde yoğunlaşmış olduğunu gördü. Bu veri, bazı gen varyantları sayesinde Avrasya'nın serin iklimlerine doğru ilerleyen modern insanın çevreye daha kolay uyum sağlama imkanı bulduğunu gösteriyor.

İngiltere'den Sibirya'ya
İki tür birbiriyle karşılaştığı zaman, Neandertaller birkaç yüz bin yıldır soğuk iklim koşullarına ayak uydurarak yaşayagelmişti. Neandertaller, İngiltere'den Sibirya'ya kadar uzanan bir coğrafyaya yayılmış, bodur ve sağlam yapılı avcılardı. Fakat yaklaşık 30 bin yıl önce Homosapienler Afrika'dan çıkıp dünyaya yayılmaya başladığında Neandertallerin de türü sona erdi. Modern insanın genomunda ciltteki pigmentasyonu belirleyen bölgelerin Neandertal izleri taşıması boşuna değil.

Science dergisinde ayrıntıları yayımlanan başka bir araştırmanın yazarlarından olan Washington Ünivesitesi öğretim görevlisi Benjamin Vernot, Neandertal gen ile cilt rengi değişen Avrupalı ve Doğu Asyalı modern insan nüfusunun evrimsel bir üstünlük kazandığını söylüyor.

Gen mutasyonları
Fakat öte yandan Neandertal kökenli başka gen varyantları Tip 2 diyabet, uzun süreli depresyon, lupus olarak bilinen deri veremi ve Crohn hastalığı gibi sağlık sorunlarının altında yatan etken. Neandertal atalarımız da bu hastalıklardan mustarip miydi yoksa gen mutasyonları sadece modern insanın genetik yapısında mı hastalık riski doğurmaya başladı sorusunun henüz kesin bir yanıtı yok.

Harvard'lı araştırmacı Sriram Sankararaman, Neandertallerin genetiği konusunda elde ayrıntılı bulguların olmadığını, ama ileride yeni keşiflerin bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmamızı sağlayabileceğini söylüyor.