Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? 
Kitaplar yalnız kralların adını yazar. 
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? 
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, 
kim yapmış Babil’i her seferinde? 
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar 
altınlar içinde yüzen Lima’nın? 
Ne oldular dersin duvarcılar 
Çin Seddi bitince? 
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! 
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler? 
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? 
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer 
dillere destan olmuş koca Bizans’ta? 
Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile, 
boğulurken insanlar 
uluyan denizde bir gece yarısı, 
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? 
Tek başına mı aldıydı orayı? 
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? 
E bir aşçı olsun yok muydu yanında? 
İspanyalı Filip ağladı derler 
batınca tekmil filosu. 
Ondan başkası ağlamadı mı? 
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış? 
Yok muydu ondan başka kazanan? 

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. 
Ama pişiren kim zafer aşını? 
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. 
ama ödeyen kimler harcanan paraları? 

İşte bir sürü olay sana 
Ve bir sürü soru.

Bertolt Brecht
Araştırmacılar Nature Communications dergisinde bugün yayınlanan bir makalede bitkilerin ışık enerjisi kullanarak organik bileşikler ürettiği fotosentez olayında kuantum etkilerinin ilk kesin teorik kanıtlarını bilim dünyasına bildirdiler. Bu makaleye göre bitki hücrelerinde ışık toplayan makromoleküller klasik fizikle açıklanamayan ancak kuantum fiziğine ait fiziksel kavramlarla açıklanan moleküler titreşimlerin avantajını kullanarak enerjiyi aktarabilmektedir.

Işık toplayan makromoleküllerin büyük çoğunluğu renkli moleküllerden sorumlu olan proteinlere bağlı koromoforlardan oluşmaktadır. Kromoforlar fotosentezin ilk adımını gerçekleştirirler: güneş ışığını yakalamak ve yüksek verimlilikte enerjinin aktarılması. Önceki deneyler enerjinin bir kuantum olgunun kullanıldığı bir dalga benzeri bir şekilde aktarıldığını gösteriyordu. Ancak kritik bir biçimde, klasik fizik kullanılarak bu olgunun açıklamasının yapıldığı gibi klasik olmayan bir açıklamanın kesin ispatı henüz öne sürülmemişti.

Genellikle, kuantum mekaniksel olgu sistemlerini kullanmak veya gözlemlemek amacıyla bu sistemlerin çok düşük sıcaklıklara soğutulması gerekir. Bu normal sıcaklıklarda bile kuantum özelliklerin görüldüğü bazı biyolojik sistemlerde mümkün değil gibi görünüyor. Şimdilerde ise, Londra Üniversitesi’nde bir araştırma grubu kuantum fiziğinin etkilerinin olabileceği bu tür biyolojik sistemlerin özelliklerini tespit etmeye çalışıyorlar.

Işık toplayan makromoleküllerdeki enerji aktarımı kromoforların özel titreşim hareketleri ile desteklenmektedir. Araştırmacılar ise fotosentez sırasında enerji aktarımına yardımcı olan bazı kromofor titreşimlerinin özelliklerinin klasik fizik yasaları ile asla tanımlanamayacaklarını buldular ve buna ilaveten, bu klasik olmayan davranışın enerji aktarımındaki verimliliği artırdığı sonucunu da elde ettiler.

Moleküler titreşimler bir moleküldeki atomların periyodik hareketleridir ve bu tıpkı bir yaya bağlı kütlenin hareketine benzemektedir. İki kromoforun toplam titreşim enerjisi bu kromoforların elektronik geçişleri arasındaki enerji farkına eşit olduğunda bir rezonans olayı meydana gelir ve serbest elektronik ile titreşimsel dereceler arasında verimli bir enerji alışverişi gerçekleşir.

Titreşimle ilişkili enerjinin sıcaklık skalasından daha yüksek olmasının sağlanması sadece bir birimlik enerji kuantumu yani enerji kuantasının değiş tokuşunu sağlar. Sonuç olarak, enerji bir kromofordan diğerine aktarıldıkça, toplam titreşim klasik olmayan özellikler gösterir.

Klasik fizikte olasılık dağılımları her zaman pozitiftir. Bu araştırma grubu ise klasik olmayan bir sistemin en belirgin imzası olarak belirli bir göreli konuma ve momentuma sahip olan kromoforların bulunma olasılığının negatif olduğunu buldular. Kromoforlarla ilgili sistemin bulunma olasılık dağılımlarının negatif değerlerde olması kuantum özelliğe sahip olduklarının işareti olarak yorumlandı.

Bu araştırmanın sonuçları biyolojik süreçlerde titreşim dinamiklerinin daha yakından incelenmesi ile başka klasik olmayan olguların kullanıldığı biyolojik sistemlerin ortaya çıkmasında yardımcı olabilir.

Kaynak
Omar, Waj, Barry ve Faisal adında dört adam, cihat adına şehirde büyük bir eylem gerçekleştirip ses getirmek, aynı zamanda şehit olmak istemektedirler. Ama ne sabit bir planları, ne de seçtikleri bir hedefleri vardır. Omar ve Waj, kendilerini ispatlamak için Pakistan’daki eğitim kampına giderler. Ancak işler umdukları gibi gitmez ve bir dizi sakarlığın ardından apar topar İngiltere’ye geri dönerler. Bu arada Barry, davaları için ışık gördüğü genç Hassan’ı da ekibe dahil eder. Uzun tartışmalar, sakarlıklar ve başarısızlıkların ardından, katılımın yüksek olacağı kostümlü maratonun eylemleri için bir fırsat olduğunu düşünerek harekete geçerler.

İngiltere’nin dizi sektöründe yapımcılık, yönetmenlik, senaristlik, bestecilik ve oyunculuk (The IT Crowd dizisinden Denholm Reynholm olarak hatırlanabilir) yapan Christopher Morris’in yönettiği Four Lions’ın senaristleri ise Morris ile birlikte Jesse Armstrong, Simon Blackwell ve Sam Bain’den oluşuyor. Bu insanların komedi dizilerinde edindikleri alışkanlıklarını ve tecrübelerini Morris’in yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj Four Lions’a aktardıkları çok belli. Zira film gerçekten komedinin hakkını veriyor. Ama komedinin konusu bir grup Müslüman intihar bombacısı ve onların gerçekleştirmek üzere olduğu terör eylemi üzerinden ilerleyince ister istemez bazı algılar hassaslaşıyor. Yine de filmin düşülmesi muhtemel çeşitli tuzaklardan başarıyla sıyrılan zeki senaryosu bu eylemlerin mantıksızlığı üzerine sözünü sakınmayıp haklı olarak bu insanların aptallığından dem vurduğu gibi, sıklıkla onları sempatik kılan saflıklarını ön plana çıkararak insanı bir boyuta da geçiyor.

Terör eylemcilerinin aptallıklarının ırkı, dini, milleti olmadığına dair genel bir duruşa sahip film, eleştirelliğini mizahla ustaca şeffaflaştırıyor. Tabii radikal dinci kesime bakışı oldukça cesur ve o yönde bir alınganlığı da haklı olarak fazla umursamıyor. Ekibin en zekisi ve lider konumundaki modern bir Müslüman olan Omar’ın iyi bir işe, huzurlu bir aile ortamına sahip olduğu halde neden böyle bir eyleme ihtiyaç duyduğunun açılımı tam olarak yapılmasa da, özellikle yapılacak eylemin teori ve uygulama aşamalarında yaşanan süzme salaklıklar bile kara mizah dinamiğine hakim. Eylemin ses getirmesi ve ılımlıların radikalleşmesi için cami bombalamayı savunan Barry, interneti havaya uçurma fikrini öne süren Waj, kargaların üzerine bomba bağlayıp onları Yahudilerin yoğun olduğu gökdelenlere uçurmak isteyen Faisal ve intihar bombacılarını rock yıldızları gibi sevdiğinden sonunu düşünmeden onların arasına giren rapçi Hassan’dan oluşan ekiple Omar’ın işi çok zor.

Çok komik esprilerle, güncel politik göndermelerle, absürde varan diyaloglarla, sebep-sonuca dayalı hararetli ve komik tartışmalarla süren film, en çarpıcı eleştiri yöntemlerinden birinin mizah olduğu gerçeğini bir defa daha kanıtlıyor. Sanıldığının aksine İslam’ı değil, İslam’ı kendi politik çıkarları uğruna istedikleri gibi yorumlayanları ve bu sevimli çete gibi milyonlarca saf ve temiz Müslümanı boş vaatlerle kandırıp kötücül amaçları doğrultusunda beyinlerini yıkayanları yeriyor. Bunu yaparken kör göze parmak sokmayıp, doğrudan hedef göstermiyor. Mesela Barry’nin, “kadınlarımız artık bize dikleniyor, enstrüman çalan insanlarımız var, İslam çöküyor” gibi serzenişlerde bulunduğu senaryo seyircinin bunu tersten okuyacağını bilerek hareket ediyor. Bu gibi yobaz çıkışlar ya da mantıksız fikirler Omar’ın mantık duvarına takılıyor. Onun bir terörist olma motivasyonunu ise batı emperyalist kültürü ve onun dayatmalarının şekillendirdiği fikrine dayandıracağız artık.

Waj’in çocuksu saflığı da, adeta bir peygamber gibi gördüğü Omar’ın yönlendirmelerine muhtaç. İçlerindeki tek “beyaz” İngiliz Barry’nin liderlik ihtirası da Omar’ın karşısında saf tutmakta. Davasına kilitlenişinin altyapısı pek iyi oturtulmamış Omar ise kendi öz kardeşinin koyu dindarlığıyla alay edebilecek kadar çağdaş bir Müslüman. İşte filmde aynı dine mensup, ama farklı biçimlerde yorumlanan yaşam tarzlarından hareketle İslama dair ön yargılara yönelik bu komik yaklaşım, altında daha derin anlamlar saklıyor. Omar’ın Waj’a eylemi gerçekleştirirken aklıyla değil kalbiyle hareket etmesi gerekliği üzerine yaptığı kafası karışık konuşma, son dakikaya kadar bu eyleme mantıklı bir kılıf aranması (ama bulunamaması), bu insanların paramparça olmuş bir karga veya koyun aklıyla eş tutulan eylem bilinçleri hep bir şeyler söylüyor aslında.

Özellikle Riz Ahmed, Nigel Lindsay ve Kayvan Novak’ın yıldızlaştığı Four Lions, Riz Ahmed’in hayat verdiği Omar tiplemesi ile (biraz çelişkili de olsa) filmin yoğun komedi atmosferinde ayakları yere basan ve bu sayede dramatik incelik de barındıran bir farklılık taşıyor. Her şeye rağmen Four Lions’a öncelikli olarak komedi gözüyle bakmak gerekiyor. Ama In The Loop’un Oscar adayı olmuş senaristleri Jesse Armstrong ve Simon Blackwell’e ait, muhteviyatında önemli şeyler saklayan zeki ve kaliteli bir komedi bu. Eylem öncesi değişik zamanlarda kaydedilmiş video kayıtları sırasındaki tüm konuşmalar, Faisal’ın 3 yıl boyunca nasıl likit peroksit stokladığını anlattığı sahne, ekibin Hassan ve komşuları Alice’i evde yakaladıkları bölüm, çatıdaki iki keskin nişancının hedefleri üzerine yaptıkları tartışma ve daha pek çok an, kendi gülme efektinizi kendinize yaptıracak kadar eğlenceli. Four Lions, “uzun zamandır iyi bir şeylere gülmedim” diye düşünenleri memnun etmeye talip şahane bir komedi.

Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği , belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna -bütün boşluğunu bilerek- kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu?  Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hala bir takım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum? 

Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu. Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar... Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa... -anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum? 

En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir?

Yaşamının daha başlangıcında iki ödev: Giderek çevreni daraltmak ve kendini bu çevre dışında bir yerde gizleyip gizlemediğini sürekli denetlemek.

Belirli bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte varılması gereken yer o noktadır.

Bilginin ilk işareti ölmek arzusudur. Bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez.

Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamaktır mutluluk.

Ona sığınmazsa, insan yaşamdan nasıl zevk alabilir?

Hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve kendi kendisinin efendisi olmak için kendi kendisini kırbaçlar; bilmez ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka bir şey değildir.

İyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir.

Kötüye taksitle ödeme yapılamaz; oysa hep böyle yapılmaya çalışılır.

Av köpekleri henüz avluda oynuyor; ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kurtulamayacaklar.

Bu dünya için kendini paralaman gülünç.

"Sein" sözcüğü Almancada iki anlama gelir: "Var olmak" ve "Onun olmak."

Dünyayla arandaki savaşımda, dünyadan yana ol.

Onlara kral ya da kralın habercileri olma seçeneği verilmişti. Çocukların yaptığı gibi hepsi haberci olmak istedi. Bu yüzden çok sayıda haberci var, dünyayı dolaşıp duruyorlar, yeryüzünde kral kalmadığından, anlamsız hale gelen haberleri birbirlerine ulaştırıyorlar. Bu sefil hayatlarına memnuniyetle bir son vermek istiyorlar; ancak bağlılık yemininden dolayı buna cesaretleri yok.

Doğamız gereği arınmamışsak, kurtulamayacağımız sorular vardır.

Bir dayanak olmaktan çıkınca özgürleşir ruh ancak.

Gerçek parçalara ayrılamaz; bu yüzden kendini tanıma yeteneğinden yoksundur; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.

Sadece bilgi ağacının yemişlerini yediğimiz için değil, hayat ağacının yemişlerinden hala yemediğimiz için de günahkarız.

Ortada görünenden daha fazla şeytani olan yoktur.

Gözle görülür bütün dünya, bir anlık huzur arayan insanın güdülenmesinden başka bir şey değildir.

Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.

Kaynak
Felsefe tarihi, her zaman erkek filozoflar tarihi olmuştur; ve bu, şu algıyı oluşturmuştur: Felsefeyle yalnızca erkekler ilgilenir. Ancak şöyle bir gerçek vardır ki, Antik Çağ'dan günümüze kadar felsefe, müzik, sanat ve edebiyat gibi birçok alanda kadınların rolü de oldukça büyüktür. Burada ise sadece felsefeye damgasını vurmuş kadın düşünür ve filozofları ele alacağız.

Antik Çağ'dan günümüze kadar birçok kadın düşünür ve filozof vardır. Ama ne yazık ki, hem erkek meslektaşları hem toplum, devlet ve engizisyon tarafından baskıya ve daha çok aşağılanmaya maruz kalmışlardır. Mesela Fransa'da Marguerite Porete adlı bir kadın filozof vardır ve 1320 yılında din sapkınlığı gerekçesiyle yakılarak idam edilmiştir; ama biz genelde Hallâc-ı Mansur ve Bruno'yu hatırlarız. Birçok kadın filozofun eserleri kasten yok edilmiş yahut üzerinde oynanmıştır. Bu sebeple kısmen Antik Çağ'daki bilgilerimiz yalnızca başkalarının raporlarına, alıntılarına ve eserlerine bağlıdır.

Öncelikle şuna dikkat çekmek istiyorum: Erkek filozofların kadınlar hakkında söyledikleri çeşitli sözler ve argümanlar bulunmaktadır. Bunları belirtmemiz gerekiyor, çünkü bu sayede kadınlar üzerindeki baskının ne kadar yoğun olduğunu kadınların kendi meslektaşlarından öğrenebiliriz.

İlk dikkat çekici filozof tabii ki Platon'dur. Şölen diyaloğunda şöyle diyor: "Bir erkekten kesilme erkeklere gelince onlar da erkek yarılarını ararlar; ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler, onlarla düşünüp kalkmaktan kucaklaşmaktan hoşlanırlar. Çocuk ve delikanlılar arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaratılışlarında erkeklik en çok onlardadır."

Schopenhauer, Aşkın Metafiziği adlı eserinde şöyle diyor: "Çoğu zaman fevkalade akıllı ve üstün niteliklere sahip kimselerin şirret ve iblis kadınlarla evlendiklerini görür ve böyle bir seçimde bulunmanın onlar için nasıl olup da mümkün olduğunu anlayamayız."

Nietzsche ise Deccal adlı kitabında şöyle diyor: "Aramızda kalsın onlar erkek bile değildir; İslam Hristiyanlığı hor görüyorsa bunda binlerce kez haklıdır. Çünkü Müslümanlıkta İslam'ın ön koşulu erkeklerdir."

İslam tarihinden ise iki filozoftan örnek vereceğim. İlki İbn Arrak'tan. Şöyle diyor: "Kadınlara danışmayın, muhalefet edin. Kadınlara muhalefet edin, zira kadınlara muhalefet berekettir." Son olarak ise İbnü'l Cevzi şöyle diyor: "Kadınlara yazıyı öğretmeyin; dikişi ve Nur suresini öğretin."

Bu az sayıdaki örnek bile bize kadınların üzerindeki baskıyı yeterince anlatıyor.

Yazının ana konusuna gelirsek, 3 dönem içinde 3 tane kadın filozofu inceleyeceğiz. Bu dönemler ve inceleyeceğimiz filozoflar şunlar. Antik Çağ'da Spartalı kadın filozof Phintys'i, Orta Çağ'da Fransız kadın filozof Christine de Pizan'ı ve son olarak modern dönemde Edmund Husserl'in öğrencisi Edith Stein'i inceleceğiz.

Phintys:

Bildiğimiz ilk kadın filozoflar Pyhthagoras'ın çevresindedir. Phintys de Pythagorasçı filozoflardandır; Diotima'nın çağdaşıdır. Hayatı hakkında bildiğimiz tek şey bir generalin kızı olduğudur. Kadınların ahlaki davranışı hakkında yazdığı bir yazıda her şeyde ölçülü olmanın önemini vurgular; ki bu da, yedi bilgelerin filozofa etkisinin ne kadar büyük olduğunu gösterir.

Phintys esas olarak doğru eylem, davranış üzerine düşünmüştür; bu, ona göre felsefenin odak noktasını oluşturur. Onun felsefesinde insanın eylemi üzerine derin düşünme büyük yer tutar. Ayrıca her iki cinsi de felsefeyle uğraşmaya layık görür. Bu konuyla ilgili ondan bir alıntı yaparak bitirelim: "Birçok kişi belki, at binmek ya da halk meclisinde konuşmak gibi, felsefeyle uğraşmanın da kadına yakışmadığı görüşündedir. Oysa ben bazı şeylerin erkeğe, bazılarının kadına, bazı şeylerin de hem erkeğe hem de kadına özgü olduğuna inanıyorum."

Christine de Pizan:

Orta Çağ'ın kadın filozoflarını ortak bir noktada birleştiren unsur inançla bilgi arasındaki sıkı bağdır. Kesin inançtan kuşku duyulamaz, tanrı her zaman vardır ve evrenin yaratıcısıdır. Kilisenin toplum üzerindeki etkisi çok güçlüdür ve baskıcıdır. Tüm yaşayış kilisenin düzenlediği bir çerçevede sürer. Kadınlar için yazmanın, düşünmenin, duygularını ifade etmenin yolu kiliseden geçer. Çünkü onların teolojik ve dini meselelerle ilgilenmelerine engel olunmuştur; bu da, kadın filozofları mistik bir bakış açısına sahip yapmıştır.

Tanıdığımız ilk mistik kadın filozof Hildegard'dır; kilise tarafından azize ilan edilmiştir. Diğer bir gizemci kadın filozof Magdeburglu Mechthild'dir. Kilisenin iki yüzlülüğünü eleştirir. Fransa'da ise gizemci Marguerite Porete vardır; panteisttir, yalın ruhun aynası adlı eserini yazmıştır; yazdıklarını geri almadığı için 1310 yılında din sapkınlığı gerekçesiyle yakılarak idam edilmiştir. Orta Çağ'da Sienalı Caterina vardır, mutlakçı bir filozoftur; Orta Çağ'ın skolastik felsefesine tam uyan bir filozoftur, dönemin erkek filozoflarının havasını yansıtır.

Pizan'a gelirsek; onu diğerlerinden ayrı kılan şey, ilk ütopyacı kadın filozof olmasıdır. Yaşamı para sıkıntılarıyla, acılarla, ölümlerle, muhtaçlıklarla geçmiştir. Kocası çok erken ölmüş, çocuklarını tek başına büyütmek zorunda kalmıştır. V. Charles'in sarayına atanmış, kralın özel doktoru ve astrolog olarak görev yapmış ama kral da ölünce güç bela geçimi sağlamıştır. Ama tüm bunlar onu öz güven sahibi, güçlü bir kadın yapmıştır ve genç yaşta yaşamın sürekli iniş ve çıkışlardan oluştuğunu, hiçbir şeyden tam olarak emin olamayacağımızı, her daim insanın zenginlikten sefalete, sefaletten zenginliğe; acıdan mutluluğa ve mutluluktan acıya geçebileceğini öğrenmiştir ve felsefesinde göstermiştir.

1421'de Christine de Pizan, Poissy manastırına çekildi; çünkü Yüzyıl Savaşları vardı. Fransa işgal ediliyordu. Son yıllarını manastırda hüzün içinde geçirdi. Orleans bakiresinin odun yığını üzerinde yakılarak idam edilmesinden hemen önce de öldü. Felsefi başyapıtını ise manastırda yazdı (Kadınlar Kenti Üzerine). Bu eser ütopik bir eserdir. Eser dönemin koşulları yüzünden derin ümitsizlik içerir ve kadın düşmanlığı da hat safhadadır.

Pizan kitapta taç giymiş, asil üç tane kadını konuşturur. Bunlar us, adalet ve dürüstlüktür. Pizan bu yapıtında bu üç asil kadın sayesinde ideal bir devlet kurma yoluna gitmiştir. Bu üç kadın birbirine bağlıdır. Pizan'a kadınlar kentini kurmasında yardım etmek isterler. Aslında bu üç asil kadın aynı zamanda üç erdemdir de. Ve her üç kadının elinde kendine has bir gereci vardır; Bayan Us herkesin kendi özünü görebileceği bir aynaya, Bayan Dürüstlük haklıyı haksızdan ayıran, iyi ve kötü arasındaki farkı belirleyen bir çekül; Bayan Adalet ise som altından bir terazi kefesine sahiptir. Bayan Us, kentin temellerini atmakla görevlidir çünkü temel olmadan hiçbir şey süreklilik kazanmaz; Bayan Dürüstlük'ün görevi ise insanların adil olmalarına, yoksullarla ilgilenmelerine, her zaman iyinin galip gelmesine çalışmaktır. Bu bayan, evleri, yolları, meydanları yaratır. Bayan Adalet ise gerçek adaleti tesis eder. 

Pizan bu üç asil kadını kitabında şöyle tanımlar "Kasvetli düşüncelerle kıvranır, utanç içinde biri gibi başını eğmiş, gözlerimden yaşlar akar, başımı avucuma gömmüş, kolumu kolçağa dayamış durumda otururken, birdenbire sanki güneş parlıyormuş gibi kucağıma bir ışık demetinin düştüğünü gördüm. Işığın kaynağını bulmak için başımı kaldırdım ve önümde capcanlı, taç giymiş ve çok asil görünüşlü üç kadını fark ettim. Onların önünde duruyor ve şaşkınlıktan dilini yutmuş biri gibi sessizce onları inceliyordum. Hayran kalmıştım ve kendime bu kadınların kim olduklarını soruyordum; sormaya cesaret edebilseydim isimlerini ve mevkilerini, her birinin sağ elinde tuttuğu çok değerli nesnelerin anlamını ve niçin geldiklerini öğrenmeyi çok isterdim. Ama onlar gibi asil kadınlara bu tür sorular sormaya kendimi layık görmediğim için, cesaret edemedim ve onları seyretmeye devam ettim. Yarı ürkmüş ve bana yönelttikleri, ilk baştaki kuruntumu silen sözleriyle yarı yatışmış durumdaydım."

Edith Stein:

Edith Stein, tutucu bir Yahudi ailesinde doğmuştur. Küçük yaştayken babasını ve yaşamının ilerleyen dönemlerinde kocasını kaybetti. Ancak bu olaylar onu ayakları yere sağlam basan bir kadın yaptı ve ayrıca çocukluğundan beri dik kafalıydı. Kocasından devraldığı kereste ticaretini devam ettirmiştir. Ancak felsefe onun için bambaşka bir yerdeydi. Her zaman felsefenin içinde olmak istemiştir. Stein "şeylerin kendisi"ne varmak istiyordu. Fenemenoloijinin büyüsüne kapılmıştır, 1913'te Edmund Husserl'in yanına gitmiştir. Husserl onayı verdikten sonra empati sorunu üzerine doktorasını yapmaya başlamıştır. 1916 yılında doktorasını verip en yüksek notu almış ve Husserl'in asistanı olmuştur. Ancak kısa bir süre sonra Stein'i bu durum rahatsız etmiştir; çünkü hayali profesör olmaktı ve ayrıca Husserl profesörlüğün bayanlar için yakışık almadığı görüşündeydi. Kısa bir süre sonra görevinden ayrılmıştır. 1931 de Speyer'de ders vermeye başlamış ama onu da felsefeye daha yoğunlaşmak için bırakmıştır. 1933'te bir Yahudi olmasına rağmen Köln'de Karmelit rahibeler tarikatına girmiştir. Nazi zulmünden kaçmak için Hollanda'ya kaçmıştır ancak Naziler orada da izini bulmuşlardır ve filozof Stein kız kardeşiyle birlikte Auschwitz kampında öldürülmüştür (Tabii ki bir filozof için utanç verici bir durum).

Stein'in felsefesinde sorduğu en temel sorulardan biri şuydu: Kendimi ve diğer insanları nasıl tanırım? Burada Stein bedene büyük roller verir; jestler, mimikler, insanların hareketlerinin altında yatan sebepler vs. Bütün bunların temeline empatiyi koyar. Stein'in felsefesi manastıra girdikten sonra da değişmedi, inanç yönünde felsefesini genişletti. Stein'e göre insan fırlatılmış bir varlıktır ve fırlatılmışlığına bir karşılık bulmalıdır. Fırlatılmışlık mevzusu daha sonra Sartre ve Heidegger de daha sonra kendini gösterecektir. Fırlatılmışlık hissi insanı derin düşünmeye ve yaşamı için bir anlam aramaya sevk eder. Ancak tanrı olmadan işin içinden çıkamaz. Çünkü derin anlam hiçbir zaman tanrı yardımı olmadan kendini açmaz. Tanrı olmadan hiçbir şeyin anlamı yoktur. Tanrı olmazsa insan köksüz, yalnız, bencil, özünü bilmeyen kişi olur ve okyanusun ortasında kimsenin görmediği,haberinin dahi olmadığı küçük bir ıssız adaya benzer. Yani burada felsefesini teoloji içine yerleştiriyor. Nihai ve ebedi varlık adlı kitabında bu konu ile ilgili şöyle demiştir. "Çünkü, varlığımın geçici, bir andan diğerine süreli ve var olmama olasılığına maruz olduğu gerçeği yadsınamaz; buna, yine yadsınması mümkün olmayan diğer gerçek denktir; bu diğer gerçek söz konusu geçiciliğe rağmen var olduğum ve bir andan diğerine varlığımı muhafaza edeceğim ve geçici varlığım içerisinde devamlı bir varlığı kuşattığım gerçeğidir. Beni tutan bir şey olduğunu bilirim ve bu bana huzur ve güven verir; kendi gücüyle sağlam zemin üzerinde duran bir erkeğin kendinden emin güven duygusu değil, ama güçlü bir kolun taşıdığı çocuğun tatlı ve mutlu güven duygusu -ki bu güven duygusu, nesnel bakıldığında, aynı derecede rasyoneldir. Yani varlığım içinde başka bir varlığa nüfuz ederim; bu varlık benim değildir, aksine kendi içinde desteksiz olan varlığımın desteği ve temelidir."

Budala Dosto

Kaynak:
  • Platon, Şölen
  • Schopenhauer, Aşkın Metaziği
  • Nietzsche, Deccal
  • Ingeborg Gleichhauf, Kadın Filozoflar Tarihi