Benim adım Oblomov. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapmıyorum ve hiçbir şey yapmayacağım. Hırkam ve ben, eskimekten başka bir şey yapmayacağız. Buna, hakkımda söylenenleri, yürütülen fikirleri umursamamak da dahil. Hatta özellikle, o dahil: Umursamamak. Aslında yine yalan söylüyorum galiba. Belki de her bir haltı umursadığım için bir şey yapamıyorum. Umursamaktan başka bir şey yapmıyorum. Günlerim umursamakla geçiyor. Sonra bir bakıyorum, günlerim, ben uyurken de geçiyor. Zaman, üstünde süzüldüğüm bir uçan halı. Ve düşmekten hiç korkmadım. Ne de olsa çoğunlukla yataktayım. Yerden ne kadar uzakta olabilirim ki?

Dünyanın değişmesi benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Değişimin hiçbir anlamı yok. Ne savaşlar ne de barış antlaşmaları, hiçbiri yeni değil. Ne yönetimler ne de yönetilenler, bundan bin yıl öncekinden farklı. Dostlarım bile aynı. Bundan bin yıl önceki dostlarla aynı endişe ve zaferler peşinde ömürlerini geçirmekteler. Dolayısıyla, belki de tek değişen benim. Çünkü tek eskiyen benim. Benim haricimdeki dünya, ilk günkü kadar genç. Hâlâ aynı. Ve öyle görünüyor ki hep öyle kalacak. Belli ki, bu dünya genç ölecek. Üstündeki tek yaşlı da ben olacağım. Hırkamdaki ilmek kadar kırışık olacak bedenimde. Bir akordeon gibi gideceğim bu hayattan. Kalbim sıkıştığında tek bir ses çıkacak: Vram! Kapanan bir akordeonun son gürültüsü. Hep böyle değildim tabii. Benim de bir takım şehirlerin bir takım caddelerinin bir takım kaldırımlarında koşuşturduğum günler oldu. Hatta bir takım randevulara yetişebilmek için bir takım arabalar bile tuttum. Peki sonra ne oldu? Gerçekten, ne oldu? Ne oldu da, durmaya yemin ettim? Sessizce, kimse duymadan...

Aslında, biliyorum ne olduğunu! Adım gibi biliyorum hem de. Durup dururken, Gonçarov diye biri çıktı ortaya. İvan Gonçarov diye bir adam. Ve sanki bu dünyada yapılacak başka bir iş yokmuş gibi, oturup beni yazdı. Ve öyle bir yazdı ki, ne koşuşturmalar, ne hırslar, ne de peşinde koşulacak idealler kaldı. Öyle bir yazdı ki hayatımı, o güzelim hırkamdan bir koza yapıp beni içine hapsetti. Oysa ben bir kelebektim, o zamanlar! Ya da ne bileyim, belki de değildim. 

Yine de, sonuçta mecbur muydu, benim gibi birinin hayatını yazarak altüst etmeye? O kadar kahraman varken, dünyanın bütün dillerinin bütün edebiyatlarında! Hem de ne kahramanlar! Balina peşinde okyanuslarda delirenler, aynı okyanusların yirmi bin fersah altına inenler, demir bir tası kafasına geçirip şövalyelik unvanı alanlar, kimler, kimler...

Ama haksızlık etmeyeyim. Belki de mecburdu. Belki de bir Oblomov gerekiyordu bu dünyaya. “Siz gidin, ben gelirim.” diyen ve asla gelmeyen bir Oblomov. Hayatı daima merak edilen ve aslında merak uyandıracak hiçbir tarafı olmayan bir Oblomov. Ama bir o kadar aşık bir Oblomov...

Aşk... Sevebiliyordum, evet. Böyle bir yeteneğim vardı. En azından Gonçarov böyle olsun istemişti. Aşık olsun, sevsin, hatta kendine aşık edecek kelimelere bile hakim olsun! Peki sonra? Aşk dediğin bir tanışma değil mi? Devamı yok mu bunun? Aşık olunanla yaşanacak bir hayat? Vardır elbet. Ama Oblomovluk işte, ne yapacaksın? Ben, o gösterişli aşk acıları içinde kıvranan Werther değilim ki! Üstelik hırkam da o kadar sıcak tutuyor ki...

Bir de ölüm var bütün bunların sonunda... Nasıl geldi, dersiniz? Felçle tabii. Başka ne olabilirdi ki? Zaten felç dediğin, durmak değil mi? Bir süre anlayamadım. Durmaktan mı felç oldum, felç olduğum için mi durdum? Bir süre sonra da anlayamadığımı unuttum gitti. Siz de gidin artık, gösteri bitti. Siz gidin, ben gelirim.

Ruh, ölümden sonra yaşam, günah ve Tanrı'nın amacı gibi fikirler, binlerce yıldır insanlığın düşünme şekline etki etmiştir. Dini inanç ve gelenekler ise, yaşamlarımızın içine sinmiş ve kabullenilmiş durumdadır.

Sex, Death and the Meaning of Life (Seks, Ölüm ve Hayatın Anlamı) adlı bu belgesel serisinde, evrimci biyolog Richard Dawkins, dini geride bırakırsak neler olabileceği üzerine bir sorgulama yapıyor. Mantığın ve bilimin, dinin hayatımızda önemli bir yer kaplayan ruhani yönlendirmesinin yerini alıp alamayacağını inceliyor. Acaba bilim ölümle yüzleşmemizi sağlayabilir mi? Ya da, doğruyu yanlıştan ayırt etmemizi veya hayatımıza bir anlam bulmamızı sağlayabilir mi?

İlk bölümün çevirisini tek başıma, ikinci bölümün çevirisini Apatheia ile birlikte yaptık. Üçüncü bölümü çevirisini ise bizden bağımsız olarak felis agnosticus yaptı. Herkese şimdiden keyifli seyirler!

Bölüm 1: Günah

Bir Tanrı bizi izlemiyorsa, neden iyi olalım?

İlk bölümde, Richard Dawkins 'günah' kavramını ele alıyor. Eski dini kuralların, neyin iyi ve kötü olduğunu belirleyip belirleyemediğini ve bilimin bize iyi olanı bulmada yardımcı olup olamayacağı üzerinde duruyor.

Hristiyan anlayışında yetişmiş dindarların katı ahlak yapılanmasındaki yalanlar ve suçluluk duygusu üzerinde duran Dawkins, daha sonrasında, Müslüman gelinlerin plastik cerrahi ameliyatla tekrar bekaretini kazanması örneğini ele alıyor. Bu örnekler neticesinde, bir dine mensup olmanın, kişinin iyiliği veya ahlaklılığı üzerinde bariz bir etki yaratmadığını hatta kimi yönlerden olumsuz yönde etki ettiğini göstermeye çalışıyor.

Peki, bilim ve mantık bizlere ahlak hakkında ne sunabilir? Lemurları, tango dansçılarını inceleyip, eşcinsel hakları savunucusu Matthew Parris ve bilim insanı Steven Pinker ile görüşmeler yapan Dawkins, ahlakın derinlerine inerek, ahlakın aslında evrimsel geçmişimizin bir yansıması olduğunu, bugünkü ahlaksal yapımızın dini kaynaklardan ziyade, bilimsel bir açıklaması bulunduğunu belirtiyor.

Ritüelleri, cinsel kur yapmayı, iğrençliği ve tabuların etkisini araştırdıktan sonra, evrimsel bakımdan mantığımızın ve empati yeteneğimizin gelişmesi ile hayatta kalabilen türler olarak, git gide daha ahlaklı olmamızın bilimsel bir açıklamasını sunuyor bizlere.


Bölüm 2: Ölümden Sonra Yaşam

Bu bölümde, Richard Dawkins, bilimin bizlere ölüm hakkında neler söylediğini inceliyor.

Dawkins, Hindistan'daki Hindu cenazelerinden New York'daki genetik laboratuvarına uzanan bir yolculuk yapıyor bu bölümde.

Sinirbiliminin, evrimin ve genetiğin son teorilerini birleştirerek, neden ölümden sonra bir yaşam olmasını arzuladığımızı açıklamaya çalışan Dawkins, yaşlanmanın evrimi üzerinde duruyor ve insan genetiğinin atalarından bizlere ve bizden gelecek nesillere miras kalacak gerçek bir ölümsüzlük sembolü olduğunu irdeliyor.

Motor-nöron hastalığı yüzünden ölümü bekleyen bir Hristiyan ile konuşan Dawkins, daha sonra 105 yaşındaki bir borsacının anılarını dinliyor ve DNA'nın yapısını çözen James Watson ile bir görüşme yapıyor.

Dawkins, ölümünün kendisini duygusal olarak rahatsız ettiğini ifade etse de, gerçek her ne kadar zor ve acı olsa bile, onunla yüzleşilmesi gerektiğini belirtiyor.

Son olarak, belgesel için genom haritası çıkartılan Dawkins, böylece Dünya'da genom haritası çıkarılan az sayıdaki kimselerden biri oluyor ve genindeki belirtilere göre, muhtemelen hangi hastalıklardan ölebileceğini öğreniyor.


Bölüm 3: Hayatın Anlamı

Bir ateist, her sabah uyanmak için nasıl bir sebep bulabilir?

Bu soru ile yola çıkan Richard Dawkins, dini inancı bir köşeye atarak, hayatını anlamlandıracak olan üzerine bir arayışa giriyor.

Las Vegas'ın kumarhanelerinden Himalayalar'daki Budist rahiplerin tapınaklarına uzanan bu yolculukta, Dawkins, dindar olan ve dindar olmayan kimselerin hayatlarına nasıl bir anlam kattıklarını inceliyor.

Var oluşumuzun içindeki şansı ele alıyor, Hindistan'daki "karma" yüzünden belli bir kaderi yaşamak zorunda olan insanlarla görüşüyor ve doğal felaketleri yaşamış yerleri ziyaret ediyor.

Bizlere neler olduğuna kayıtsız kalan bir evrende, hayatımızı nasıl anlamlı bulacağımızı araştırıyor Dawkins.

Son olarak, yedi yaşından beri ateist olan komedyen Ricky Gervais ile karşılıklı konuşan Dawkins, anlamın, bir şeyler üreterek doğabileceği üzerine fikirlerini bildiriyor.

Dawkins'e göre, bilimsel sorgulamanın insanı hem huşu içinde bırakan hem de onda merak uyandıran bir yanı var. İnsan genomunun karmaşıklığının veya Higgs Bozonu'nun görkeminin, insanın evreni anlamaya çalışması ve her sabah uyanması için yeterli olduğunu söylüyor.

Gökbilimciler, uzayda bugüne kadarki en büyük radyasyon patlamasını keşfettiklerini söylüyorlar. Bütün evreni aydınlattığı düşünülen gama-ışın patlamasının yaydığı ışığın dünyamıza varması yaklaşık 4 milyar yıl aldı. Uzayın derinliklerinde kendi içine çökerek ölen bir yıldızdan geriye bir kara delik ve bütün evrene yayılan bu ışık patlaması kaldı. Dünyaya ulaşan radyasyonun güvenli şekilde atmosfer tarafından emildiği söyleniyor.

Güneş'ten çok daha büyük

Araştırmacılar, Science (Bilim) dergisinde yayımladıkları makalede, gama-ışın patlamasının bulgularına bu yıl başlarında uzaydaki teleskoplar vasıtasıyla ulaştıklarını söylüyorlar. Patlama dünyaya daha yakın bir mevkide meydana gelmiş olsaydı, gezegenimize etkisinin felaket boyutlarında olacağı tahmin ediliyor. Ölen yıldızın, Güneş'ten yaklaşık 20-30 kat daha büyük olduğu düşünülüyor. Gökbilimciler, patlamanın kendisinin bir dakikanın altında bir sürede meydana geldiğini, fakat bütün evrene radyasyon saçacak büyüklükte olduğunu söylüyor. İngiliz gökbilimci Profesör Paul O'Brien, NASA'nın uzaydaki Swift ve Fermi isimli teleskopları tarafından tespit edilen patlama hakkında, ''Bu tip olaylar her an herhangi bir galakside meydana gelebilir. Daha önceden bilme şansımız yok.'' diyor.

500 milyon yılda bir

Yıldız ölümü, yakıtı bitince kendi içine çöken bir yıldızın kara delik oluşturması ve aynı zamanda gama-ışın patlaması diye adlandırılan olağanüstü bir enerjiyi dışa yayması olarak tanımlanıyor. Patlama esnasında yıldızdan geriye kalanların dışarı doğru genişlemesi ise süpernova olarak bilinen bir başka olayı tetikliyor. Bir gama-ışın patlamasının dünyanın ozon tabakasını delerek zarar verebilmesi için 1000 ışık yılı yakınlıkta olması gerektiği tahmin ediliyor. Bu tip bir patlamanın her 500 milyon yılda bir meydana geldiği kanısında olan Profesör Paul O'Brien, ''Gezegenimiz tarihi boyunca ölen bir yıldızın radyasyonuna muhtemelen maruz kalmış olmalı. Gelecekte de tekrar edecek. Ama bizim ömrümüze denk gelmesi çok düşük bir olasılık.'' diyor.

Yok, yok başlığa bakarak bu yazıdaki konumuzun felsefe veya sizin dünya görüşünüz hakkında bir şeyler söylemek veya size söyletmek değil, gerçekten de ufkunuzun ne kadar olduğu, ne kadar uzağı görebiliyor olduğumuzun bir irdelemesidir. Daha açık söylemek gerekirse şöyle diyelim. Varsayalım ki, bir deniz veya okyanus sahilinde bir kumsaldasınız. Elinizde bir fincan çay, şezlonga uzanmış, Güneş’in okyanus üzerindeki batışını seyrediyorsunuz. Bu arada, içtiğinizin illaki çay olması gerekmiyor; sizin için böyle bir ortama hangisi uygunsa ondan olsun. Aslında yazdıklarımız, böyle romantik bir ortama uymuyor ama biz yine de sizden cesaret alıp şöyle bir soru soralım ve bir tahmin yürütmenizi isteyelim. Akşam kızıllığında Güneş’in batışını seyrettiğimiz ufuk, bizden ne kadar uzaktadır? Sorumuzu biraz daha farklı soracak olursak, okyanusun üzerinde, Güneş’in batışını gördüğümüz nihai nokta (ufuk çizgisi) ile aramızdaki mesafe ne kadardır? Bir tahminde bulunursanız, ne kadar bir uzaklık size göre makul olurdu? 50 kilometre mi? 75 kilometre mi? Yoksa 100 kilometre mi? Belki de daha uzak. İsterseniz bunun basit hesabını beraberce yapalım.


Matematiği sevmiyor dahi olsanız aşağıdaki şekillere bakarak, yazıyı okumaktan hemen vazgeçmeyiniz. Hesap için ortaokul matematiği yeterli olacaktır. Unutmuş bile olsanız, beraberce hatırlayacağımızdan emin olabilirsiniz.





























İnsan en acımasız hayvandır. Trajedilerde, boğa güreşlerinde ve haça germelerde şu güne kadar kendisini en iyi hisseden oydu ve kendisi için cehennemi icat ettiğinde, sıkı durun, bu aslında en iyi cennetiydi.
- Friedrich Nietzsche

En acımasız nefretlerin temelinde bazen çok ufak nedenler yatar.
- Voltaire

İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları "kişi"yi anlatırlar.
- Yusuf Atılgan

En hoş ve harika eylemler, biraz şiddet içerir.
- Anthony Burgess

Memleketinden dışarı adım atmamış adam ne memleketini tanır, ne de başka yerleri, hürriyetini hiç kaybetmemiş olan da nefsinin meziyetleri gibi kusurlarından da habersizdir.
- Panait Istrati