Yazımızın başlığı, her ne kadar “İki Balon Deneyi” diye başlıyorsa da, aslında amacımız, tek bir deney ve bu deneyin içinde iki balon olduğunu göstermek değil, iki ayrı deneyin de balonlar ile yapıldığını anlatmaktı. Zaten bu yazımızın amacı da, ortalığı biraz karıştırmak.

İsterseniz bahsi geçen iki deneye geçmeden önce zihnimizde bir deney yapalım, balon deneylerine sonra geçeriz.

ŞERİT DEĞİŞTİRMEK (*)
Şimdi yapacağımız şey biraz hayal kurmak. Şöyle ki, hayalimizde sürdüğümüz bir araba ile başka bir arabayı sollamak istediğimizi varsayalım. Bunun için de, hızımızı artırıp, önce karşı yönden gelen araçların yoluna yani bizim gittiğimiz istikamete göre sol seride geçmemiz gerekir. Tabii ki, karşı yönden araba gelmediğini varsayıyoruz. Bizim hayalimizde irdeleyeceğimiz konu da buradan itibaren yani biz sol şeritte yol alırken başlıyor. (Daha evvelki hareketlerimiz bizi ilgilendirmiyor.)

Sollamak istediğimiz arabayı geçtiğimizi ama hala sol şeritte yol aldığımızı düşünelim. Amacımız, kendi yolumuza diğer bir deyişle sağ şeride geçmek. Şimdi gözlerimizi kapatıp düşünelim. Sağ şeride geçmek ve yolumuza devam etmek için direksiyona hangi hareketleri yaptırırdık? Zihninizden yapacağınız hareketleri tek tek geçiriniz. Hepsi bu kadar. Kolay bir soru öyle değil mi?

O zaman beraber bakalım. Sol şeritte gittiğimize göre, direksiyonu düz tutuyoruz (direksiyon ortalanmış vaziyette) demektir. Sağ şeride geçmek için direksiyonu önce sağa çeviririz. Sağ şeride girdiğimizden emin olunca da direksiyonu tekrar düzeltiriz (ortalarız). Siz de böyle yapardınız değil mi? Eğer böyle yaparsanız, siz de bizim gibi yoldan çıkardınız. Sizi şaşırtmadığımızı umarak, işin doğrusuna bakalım.

Baştan başlayalım. Sol şeritte iken, direksiyonu düz tutarız. Sağ şeride geçmek için, direksiyonu sağa çeviririz. Sonraki hareket, direksiyonu kısa süreliğine düz (ortalanmış vaziyette) tutmaktır. (Bu esnada araba ve tekerlekler birbirlerine paralel olur ve araba, sağ şeride paralel değil, hala yolu hafif çapraz kesecek şekilde gitmektedir.) Dolayısıyla, direksiyonu, tekrar hafifçe sola kırar ve en nihayet tekrar toparlar (ortalar) yani düz hale getiririz. Böylece, araba, tekerlekleri de dâhil olmak üzere, gitmek istediğimiz sağ şeride paralel hale gelir. Özetlersek; sağ şeride geçmek için direksiyonu önce sağa kırarız, sonra kısa süre düz hale getirir, daha sonra sola kırar ve en nihayet tekrar düz hale getiririz. İnanmadınız değil mi? Bir dahaki sefere, araba kullanırken kendi gözlerinizle görür ve kanaat getirirsiniz.

Gündelik hayatımızda, otomatik eylemlerimiz o kadar fazladır ki, bunları oturup da bilinçli bir şekilde düşündüğümüzde, yanlış kararlara varmak işten bile değildir. Ama biz, şimdilik bu direksiyon konusunu bir kenara bırakıp balon deneylerimize geçelim.

BALON DENEYİ-1
Bu seferki deneyimiz hayali değil, gerçek. Ancak birinci deneyle ortak olan bir tarafı varsa o da, bu deneyimizde yine bir arabanın kullanılıyor olmasıdır. 

Deneyimiz kısaca şöyle: Bir arabanın içinde belli bir hızda gidiyorsunuz. Karşınıza bir köpek çıktı diyelim. Köpeği ezmemek için frene basarsınız. Güzel. Köpeği kurtardık. Peki, frene bastığımız anda, bizim vücudumuz ne tarafa doğru hareket eder? Biliriz ki, bir araba veya otobüsün içinde iken, araç sürücüsü fren yaptığında, aracın önüne doğru savruluruz. İçinde bulunduğumuz araç, durmakta iken, hareket etmeye başlarsa, bu defa da, arkaya doğru savruluruz. Bunun nedeni son derece basit. Doğada kütlesi olan cisimler eğer hareket halindelerse, daima hareket etmek isterler; eğer hareketsiz iseler, daima hareketsiz kalmak isterler. Daha da açık söylemek gerekirse, hareket eden bir cisim, hareketini engelleyen başka bir etken ile karşılaştığında, elinden geldiği kadar hareketini devam ettirmek yani sahip olduğu hareketi (harekette kalmak) korumak ister. Diğer taraftan, hareketsiz duran bir cisim de, dışarıdan o cismi harekete geçiren bir etken olduğunda, cisim hareketsiz olan eski halini korumak isteyecek, kendisini hareket ettirmeye çalışan etkene karşı, hareketsiz kalmak için olabildiğince direnecektir. Ta ki, kendisine etkiyen kuvvete yenik düşene kadar. İşte. Hareket halindeki bir aracın içinde iken, aracın sürücüsü aniden fren yaptığında, bizler (yani vücutlarımız), hareketi sürdürmek isteyecek ve dolayısıyla, arabanın ön tarafına doğru hareket edeceğiz (savrulacağız). Buna karşılık, araç hareketsiz olduğu zaman, içindeki bizler de hareketsiz durduğumuz bir anda, araç sürücüsü, aniden gaza basar ve arabayı hareketlendirirse, bizler yani vücudumuz, hareketsiz kalmaya devam etmek yani eski konumumuzu korumak isteyeceği için, araba ileri giderken, bizler de arabanın arkasına doğru savruluruz. Newton da bunu görmüş ve kendi adıyla anılan kanunlardan biri olarak buna “Eylemsizlik Kanunu” adını vermiş. Bu konuda daha fazla ayrıntıya girmeden Newton’un bu kanunundan bahsedip, esas balon deneyimize geçelim.

Newton’un Eylemsizlik Kanunu
Bir cismin üzerine etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfır ise cisim hareket durumunu korur. Yani duruyorsa durmaya devam eder, hareket halindeyse düzgün doğrusal hareket yaparak hareketini sürdürür. Ama asla yavaşlamaz veya hızlanmaz veya hareket yönünü değiştirmez.

Şimdi gelelim esas konuya. Diyelim ki çocuğunuzla beraber bir arabanın içindesiniz. Çocuğunuzun elinde de içi havayla dolu bir balon var. Araba hareket etti. Araba bir müddet sabit hızla giderken sürücü aniden fren yaparsa, yukardaki bilgiler çerçevesinde siz ve çocuğunuz ve tabii ki sürücü de, öne doğru savrulacaksınız. Peki, gelelim şimdi esas soruya. Sürücü, fren yapınca, Balonun hareketi ne tarafa doğru olur? Balon, kütlesi olan her cisim gibi (bizlerin yani vücudumuzun da kütlesi olduğunu unutmayalım) öne doğru mu savrulur, olduğu yerde mi kalır yoksa geriye doğru mu savrulur? Ne dersiniz? Peki, bu defa da balonun içine bildiğimiz hava değil de, helyum gazı konmuş olsa (Tv’de, eğlence programlarında, insanlara kısa süre teneffüs ettirip sonra da teneffüs edenlerin seslerinin incelmesine sebep olan gaz) araç sürücüsü fren yaptığında, içinde helyum bulunan balonun hareketi ne yöne olur?

Kısa bir tekrar yapalım. Araba fren yaptığı zaman bizler öne savruluruz. Araç, hareketsiz iken, sürücü aniden gaza basarsa, arkaya savrulur, koltuğa yapışırız. Sürücü, aracı sola döndürürken, sağa savrulur; araç sola dönerken de, sağa savruluruz.

O zaman soralım. Sürücü fren yaptığında, gaza bastığında, sola veya sağa dönerken, aracın içindeki içi helyum dolu balonun hareketleri ne olurdu dersiniz? Bunun için aşağıdaki videoyu izleyelim.



Evet, içi helyum dolu balonlar, sürücü fren yaptığı zaman bizler gibi öne değil arkaya savruldular. Benzer şekilde, içi helyum dolu balon, sürücü gaza bastığında öne, sağa döndüğü zaman sağa, sola döndüğü zaman da sürücünün savrulduğu yönün ters yönünde yani sola  savrulduklarını gördünüz.

Şimdi de hava dolu balonlar ve helyum dolu balonlarla aynı deneyi bir kere daha yapalım. Bunun için de aşağıdaki videoya bir göz atalım.



Görüyoruz ki, sürücünün yaptığı harekete bağlı olarak, hava ve helyum dolu balonlar birbirlerine göre tam tersi hareket ediyorlar.

PEKİ, NELER OLUYOR?
Açıklamaya çalışalım. İçinde hava dolu balonların davranışlarını açıklamak kolay. Çünkü, hava dolu balonlar, arabanın içindeki kütleli her cisim gibi yani bizlerin hareketi ne yöne ise, hava dolu balonların yönü de o tarafa doğru oldu. Bir başka deyişle, Newton’un eylemsizlik kanununa uydular.

Gördük ki, içi helyum dolu balonlar, içi hava dolu balonlara ve bizlere göre tam tersi yönde savruldular. Aslına bakılırsa, içi helyum dolu balonlar da, içi hava dolu balonlar gibi aynı etkinin yani “Eylemsizlik Kanunu”nun etkisi altındadırlar. Helyum dolu balonlar da, hava dolu balonlar gibi davranmak isterler, ancak, birazdan bahsedeceğimiz kuvvet nedeniyle, eylemsizlik prensibinin oluşturduğu kuvvet o kadar cılız kalır ki, içi helyum dolu balonlar, beklenenin aksi yönde hareket ederler.

Bilindiği üzere, helyum ve hidrojen gibi gazlar havadan hafiftirler. Bu gibi gazları, balonların içine koyduğumuz zaman, hava içinde yükselirler. Bir başka deyişle helyum dolu balon, havanın daha az seyrek olduğu yöne doğru diğer bir ifade ile yukarıya doğru hareket eder. (Yükseldikçe, bir santimetre küpteki hava molekülü sayısının azaldığını biliyoruz. Aslında burada, hava molekülü demek yerine, azot, oksijen ve eser miktarlardaki gazların isimlerini söylemek daha doğru olacaktır.)

Peki, arabanın içinde ne oluyor da, içi hava dolu balonlar bizimle aynı yönde savrulurken, helyum dolu balonlar tam tersi yönde hareket ediyorlar. Açıklamaya çalışalım. Araba yolda, sabit bir hızla giderken, sürücü aniden fren yaparsa, Newton kanununa göre, hava molekülleri eylemsizlik prensibine uyarak, bizler gibi, arabanın ön tarafına doğru savrulurlar. Böyle olunca, arabanın ön tarafındaki hava moleküllerin sayısı, arabanın arka tarafındakilerden daha fazla olur. Daha da açık söylemek gerekirse, arabanın arkasındaki hava seyrekleşir. Bunu gören ve içi helyum dolu balonlar da, aynısıyla gökyüzüne yükselme hareketinde olduğu gibi, havanın daha seyrek olduğu arka tarafına doğru yönlenirler. Tabii ki, yukarıda da söylendiği gibi, bu esnada balonun yapıldığı madde ve içindeki helyum gazı da eylemsizlik prensibine uymak isterler ama bu konudaki kuvvetler, daha küçük olduğu için, fren esnasında, arabanın önüne değil arkasına doğru savrulur. Nasıl? Basit değil mi?

Şimdi de şöyle bir soru soralım. Hem içi hava dolu balonu, hem de helyum dolu balonu, uzayda, uzay gemisinin içine koyduğumuzu varsayarak, uzay gemisi sabit bir hızla Dünya’nın etrafında dönerken, hızını azaltacak roketlerini (retro roket) ateşlese, balonların davranışı ne olurdu? Uzay aracının içinde, teneffüs edecek havanın var olduğunu düşünürsek, balonların davranışları, aynısıyla Dünya’daki davranışları gösterirdi.

Bu defa da sorumuzu şöyle soralım. Uzay gemisinin içindeki havayı tamamen boşaltsak (vakum ortamı), uzay gemisi yine, hızını azaltacak şekilde roketlerini çalıştırsa balonların savrulma yönleri nasıl olurdu? İşte artık, içi helyum dolu balonu, içi hava dolu balona göre ters yönde hareket etmesini sağlayan faktör yani “hava” ortadan kalktığı için, her iki balon da uzay gemisinin ön tarafına doğru savrulurlar. (Eylemsizlik Kanunu) (Tabii ki, balonları, vakum ortamında iç basınçtan dolayı patlamayacak kadar şişirmeyi unutmayacağız).

Eğer sıkılmadıysanız, ikinci balon deneyimize geçelim.

BALON DENEYİ-2
İlkokul veya ortaokul yıllarından bileşik kaplar olarak adlandırılan deney aracını biliriz. Bu kabın içine, herhangi bir kanalı vasıtası ile su veya bir sıvı koyduğumuzda, suyun (veya sıvının) bileşik kaplardaki her boru/kanal seviyesinde aynı olduğunu görürüz ve biliriz.

Şimdi de buna benzer gibi görünen başka bir deneye geçelim.

İki adet aynı özelliklere sahip balon alalım. Bu balonlardan birini az miktarda, diğerini daha fazla olacak şekilde şişirelim. Sonra iki balonun, hava kaçırmayacak şekilde ağızlarını tutalım. (Birilerinden yardım alalım). Daha sonra, bu balonları, ağızlarından, ortasında kapalı durumda bir vana bulunan bir borunun iki tarafına geçirelim. Bu durumda, vana kapalı olduğu için, bir balondan diğerine herhangi bir hava akımı olmayacağı için, balonlar, ilk takıldığı şişkinlikleri ile borunun iki ucunda duruyor olacaklardır. Deneyimiz son derece basit. Yapacağımız tek şey, iki balonun takılı olduğu borunun ortasındaki vanayı açmak ve böylece, balonlardan birinin diğerine hava transferini/geçişişine izin vermek olacaktır. İşte, deneyle ilgili soru şimdi geliyor. Vana açıldığında ve balonlardan birinden diğerine hava akımı olduğunda size göre, aşağıdaki durumlardan hangisi meydana gelir? Aşağıdaki videoyu izlemeden önce bir fikir yürütür müsünüz? Biz, olabilecek şıkları şu şekilde sıraladık. 

a- Çok şişirilmiş balondaki havanın bir kısmı, az şişirilmiş olana geçer ve balonlardaki hava miktarları eşitlenir.

b- Çok şişmiş olan balondaki havanın çok az bir kısmı, az şişmiş olana geçer. Böylece, çok şişik olan balon, eskisi kadar olmasa da, az şişik olan balona göre yine de biraz daha şişik olarak kalır.
c- Çok şişik olan balonun içindeki havanın büyük bir kısmı, az şişik olanın içine geçer. Böylece, çok şişik balon az şişik hale, az şişik balon da çok şişik hale gelmiş olur.

d- Bu şıkkı, sizin de kendinize göre bir düşünceniz olur diye sizin kararınıza bıraktık.

Vanayı açtığımızda, son durumun ne olacağını videoyu izleyerek beraberce görelim.



Düşündüğünüz gibi mi oldu, yoksa şaşıranlardan mı oldunuz? Eğer, cevabı bulduysanız, neden olduğunu da biliyorsunuz demektir. Her ne kadar sizi biraz yönlendirmiş görünsek de, size, kendi fikrinizi oluşturmak için fazladan bir (d) şıkkı önerdiğimizi de unutmayınız.

SON SÖZ
Aslında yukarıdaki zihinsel akıl yürütme ve iki deneye baktığımızda bu deneylere dair yanılgılarımız, küçük ve sıradan gibi görünmekle beraber, derinden düşündüğümüzde bizlere büyük ufuklar açtığını görebiliriz.

Bilmediklerimizi, ancak bildiklerimizle buldurmaya çalışan ve bize başka çıkar yol bırakmayan, akıl yürütme esnasında, bir anlamda zihnin bize sunduğu (dayattığı) bu analoji sürecine kendimizi o kadar kaptırırız ki, araya başka değişkenlerin girip de, inandığımız modelin doğru olmadığını görene veya biri çıkıp da gösterene kadar o kararımızda (dolayısıyla, inanışımızda) üsteler dururuz. Bazen görmek de yetmez; Max Planck’ın, yazının başındaki özdeyişte dediği gibi kuşaklar geçmesi gerekebilir. Zaman gelir, küçücük bir etkenin/değişkenin, kafamızdaki kocaman ve değişmez dediğimiz yerleşik modeli (dogmayı) darmadağın ettiğine inanmak istemeyiz, zorlanırız.

Kendimizi, bir an için bugünkü bilgilerimizden uzak, Galileo zamanına götürelim ve onun çevresindekilerden biri olarak düşünelim. Galileo’nun anlattıkları hakkında ne düşünürdük acaba? Hele bir de, sahip olduğumuz düşüncelerimizi tehdit altında hissettirirlerse, Giordano Bruno gibi gökbilimcileri yakanlardan veya en azından yakılmasına onay verenlerden olur muyduk?

Düşünün ki bir gün, çalıların arasındaki bir yolda gidiyorsunuz ve bir saat buldunuz. Sonra saati merak ettiniz, arka kapağını açtınız. Çarklar ve bu çarkların sağladığı bunca düzene bağlı akrep, yelkovan ve saniyenin düzenli hareketlerini gördünüz. Zamanı tamı tamına gösteren bir alet. Bir insan yapımı. Şimdi düşünelim. Eğer bu düzendeki bir aleti bir insan yapmışsa, bunca gezegenleri, yıldızları ve bunların aralarındaki ilişkiyi sağlayan düzeni yaratan bir kuvvet olmalı(!) diye düşünürüz. Öyle değil mi? Hele bir de adınız William Paley ise bu analojiyi kurmak sizce de makul(!) değil mi?
Bildiğiniz bir bilmece ile bitirelim yazımızı.

Bir kalem ile bir silginin toplam fiyatı 1 lira 10 kuruş. Kalem, silgiden 1 lira fazla olduğuna göre, kalemin fiyatı kaç lira? Evet evet, cevabını zaten biliyorsunuz. Ama lütfen düşünün, bu bilmece ile ilk defa karşılaştığınızda, önce doğruyu bulduğunuzu düşündünüz ve cevabı “1 lira” olarak verdiniz, sonra da doğruyu öğrendiğinizde biraz da olsa afalladınız değil mi? Kim bilir, gerçekten de, siz, ilk defa da problemi çözmüş olanlardan olup yanılan biz olabiliriz. 

Bir düşünelim. Basit dahi olsa, böyle küçük bir problemi çözmemiz için aklımız olduğuna göre, beynimiz bu konuda neden yardımcı olmaz da bizi şaşırtır dersiniz? Galiba, bunun cevabını, matematik problemi çözmek için değil, her zaman doğru olmasa da bize kestirme yollar buldurtup, hatta dogmatik düşündürüp hazır kalıplara sadık kalmamızı ve bu sayede hayatta kalarak çevreye uyum sağlamamız için beynimizi, kendi koşulları ile oluşturan evrimde aramak daha mı doğru olur? Ne dersiniz?

Erol

(*) Eagleman, David., Incognito, Domingo, BKZ Yayıncılık (2013), sh:56
Bununla birlikte, yaşamak'tan ne anladığımı da, huzursuzluğumun gerçek nedeninin daha geniş, daha havalı, daha az zorlama, başkasına daha az kulak asan bir yaşamdan aldığım tat olup olmadığım da söyleyemezdim; bu giz çok daha gizemliymiş gibi geliyordu bana: Bir dirilmişin gizi diye düşünüyordum, çünkü ölüler arasından gelmiş biri kadar yabancı kalıyordum başkalarının arasında, ilkin oldukça acılı bir huzursuzluk duyuyordum; ama çok geçmeden yepyeni bir duygu gün ışığına çıktı. İnanın, göklere çıkarılmama yol açan çalışmaların yayımlanışı sırasında hiçbir gurur duymamıştım. Şimdi duyduğum gurur muydu? Belki de; ama hiç değilse hiçbir kendini beğenmişlik bulutu karışmıyordu içine. İlk kez, kendi değerimin bilincine varmamdandı bu: Beni ötekilerden ayıran, ötekilerden seçen şey, önemliydi; benden başka hiç kimsenin söylemediği, söyleyemeyeceği şey, benim söyleyeceğim şeydi.

Çok geçmeden derslerim başladı; konu beni sürüklediği için, ilk dersimi bütün yeni tutkumla şişirdim. Son Latin uygarlığından söz ederken, sanat kültürünü anlattım, bunun için halkın kaynağına çıktım, kültür önce kanlı canlılığı, sağlık bolluğunu belirtir, sonra donar, sertleşirdi, aklın doğayla kusursuz bağıntılar kurmasını baltalar; sürekli yaşam görünüşü altında yaşam azalışını saklar, içinde huzuru kaçmış aklın sararıp solduğu bir kın oluşturur, akıl bu kının içinde ışıksızlıktan solar, sonra da ölürdü. En sonunda düşüncemi sonuna kadar götürüyor: Kültür yaşamdan doğup yaşamı öldürür, diyordum.

Tarihçiler, kendi deyimleriyle, fazla hızlı genelleme eğilimimi kınadılar. Başkaları yöntemimi ayıpladı; beni alkışlayanlarsa, en az anlayanlardı.

André Gide
Ayrı Yol

Eğer beynimizin %10’unu kullandığımız söyleniyorsa, bu durumda karşı soru şöyle olmalı: Neyin %10’u? Öyle ya, bir şeyin belli bir yüzdesinden bahsedebiliyor olmak için o şeyin tamamının, bütününün bilgisine sahip olmamız gerekmez mi? 
Görünen o ki, beynin kullanmadığı bir tarafı yok. Kaldı ki, teknolojinin gelişimi ile hayatımıza giren görüntüleme cihazları ile beynimizi yeni yeni tanımaya başladığımız bir zamanda, tamamı bilinen(!) bir beyin varsayımı ile böyle bir mit veya şehir efsanesi nasıl doğmuş olabilir? Ayrıca, %10 ile beynimizin nöronları mı, yoksa bunların ortaya koyduğu işlevler mi kastediliyor o da ayrı bir soru.

Aslına bakarsanız, beynimizin %10’unu kullanıyor olma düşüncesi epeyce çekici geliyor insana. Bir an, kullanmadığımızı varsaydığımız %90’ı da kullanmaya başladığımızı düşünelim. Bizi içine çeken mistik düşünce çerçevesinde; pi sayısını yirmi bininci ondalığa kadar ezberden söyleyebilmenin, tele kinetik güçlere sahip olabilmenin veya duyu ötesi algılamalarımızın olabileceğine dair inancımızı daha kolay açıklayacak bir ortam yaratmış olurduk.

UYKUDA DAHİ BEYNİMİZİ KULLANIYORUZ 
Baltimor’daki John Hopkins Tıp Okulu’ndan nörolog Barry Gordon %10 mitine, gülerek şöyle cevap veriyor. “Bu hikâye, William James’in “İnsandaki Enerji” (The Energies of Men) kitabında, biz insanların zihinsel ve fiziksel kaynaklarının çok azını kullanıyoruz şeklideki ifadesinden çıkmıştır.”

Nörolog Barry Gordon da, “bizler, hemen hemen her parçasını kullandığımız için beynimiz her zaman için aktiftir” diyerek bu mitin geçersiz olduğunu söylemektedir.

Minnesota, Rochester Mayo Klinikte nörolog John Hanley “uykuda dahi, günlük hayatımızda prefrontal korteksi, düşüncelerimizde nasıl kullanıyorsak, aynısıyla kullanıyoruz” demektedir. 

Hanley, cümlelerine “Eğer, sadece bir fincana kahve koyma işlemini bile örnek olarak alsak, fincanı görme işlemi için oksipital lobun, fincanı (nesneyi) tanımak için parietal lobun, fincanı parmaklarımızla tutabilmek için motor korteksin, basal gangliyanın, fincanı tutabilmek ve kendimizin dengede kalması için beyinciğimizin (cerebellum), bunları koordine edebilmek, düşünmek için alın lobumuzun (prefrontal korteks) devreye giriyor olması gerekir. Bütün bunları yapabilmek için beyinde saniyeler içinde olabilecek birbirleriyle tutarlı bir nöral (sinir hücrelerine ait) ateşleme fırtınasının olmasına ihtiyaç vardır.” diyerek devam etmektedir. 

Gerçekten de bilim insanları beynimizin gün boyu neredeyse 24 saat % 100’ünü kullandığımızı beyin görüntüleme teknolojileri kullanarak göstermişlerdir.

HASTALIK, KAZA ve KULLANILMAYAN KISIMLAR
Beynimizin kullanılmayan bir kısmı varsa, bu olsa olsa beynimizin kaza veya hastalık sonucu zarar gördüğü kısımlardır. Başka bir deyişle, beynimizin %10’unu kullanıyor olsaydık, kullanılmayan bölümlerin hastalık veya kaza nedeni ile bir şekilde zarar görmesinden, bizde hiçbir değişikliğin olmaması gerekirdi. Ancak hiç de öyle olmuyor. Bir şekilde bilinç veya bilinç dışında çalışan bir fonksiyon sekteye uğramaktadır. 

Örneğin, frontal lobun (alnımızın arkasındaki bölüm) belli kısımları hasarlı olan kişiler, günlük hayatının sıradan hareketlerine devam edebilirler. Ancak, ortama uygun davranışlar gösteremezler. Sözgelimi böyle bir kişi, iş toplantısının orta yerinde ayağa kalkıp, kendisi için öğle yemeği ayarlamak için toplantıdan çıkabilir. Tabii ki, bu durumdaki hastalar, dünyaya ayak uydurmada büyük zorluk yaşarlar

BEYİN GEREKLİ Mİ?
1980’de çocuk doktorlarından John Lorber, ilginç bir hidrosefalus (hydrocephalus) vakasına tanık oldu. Science dergisinde “Beyne Gerçekten İhtiyacımız Var Mı?” (Is your Brain Really necessary?) adı ile yayınlanan bu makalede, hastanın beyin dokularının bir çoğu olmadığı halde, hasta şu veya bu şekilde hayatını idame ettirebiliyordu. (Hastanın beyin dokularının olması gereken yerlerin büyük bir kısmı, beyin sıvısı ile dolmuştu.) Elbette ki buna bakarak, beynin geri kalan kısmının, bize sunulan ekstra bir lütuf olduğu anlamına gelmeyecektir. Bu hastalar, bir şekilde bu şartlara adapte olmuş görünmektedirler.

LABORATUVAR FARELERİ
Günümüzden önceki nörobilimciler de ön beyin bölgelerinin işlevlerini anlamada kendi zamanlarına göre zorluk yaşamışlardır. Bunun bir nedeni, laboratuvar fareleri ile yapılan çalışmalar olabilir. Laboratuvar fareleri genelde basit bir hayat sürerler. Yapmaları gereken şey, besin ve sularını görmek ve bunların yanına gidip tüketmektir. Bu işleri yapmak için beynin ön bölgelerini kullanmalarına fazlaca gerek yoktur. Erken dönem nörobilimcileri, bu kısımlara hasar verdikten sonra da besin ve sularını bulduklarını görerek, farelerin beyin ön kısımlarının bir fonksiyonu olmadığına karar verdiler. Ancak, 1920’lerde, dokuların beyinden uzaklaştırılması, farelerde (labirentte yiyeceklerini bulmada) performans düşüklüğüne sebep olduğunu gördüler. Farelerde hafızanın korteks boyunca kaydedildiği, hafıza için özel bir yer olmadığı anlaşıldı. Nörologlar, ilk düşüncenin doğru olmadığını kendilerine göstermiş olsa da, beynin bazı kısımlarının kullanılmadığı düşüncesi, kendilerinin dışındaki kişilerin aklında hurafe olarak çoktan yer etmişti bile.

%10 MİTİNİN KÖKENİ 
Aslına bakarsanız, bu mitin kuvvetli kökenlerinden biri, 1890’lara, Harvard psikologlarından William James ve Boris Sidis’e ait olan harika çocuk yetiştirme testlerine kadar gidiyor olabilir. İkilinin amacı, IQ’su 250-300 olan çocuklar yetiştirmekti. 1908 tarihli (İnsandaki Enerji) adlı kitabında William James, zihnimizin ve fiziksel enerjimizin küçük bir kısmını kullanıyoruz diye yazmıştı. Belli ki Harvard’lı Prof. James William bunu ifade ederken amacı, beynimizin çalışmayan yerlerini değil, zaten çalışmakta olan zihnimizi “geliştirmeyi” diğer bir deyişle, istersek daha fazlasını yapabileceğimizi belirtmekti.

Sonraları, 1936’da, Amerikan yazar Lowel Thomas, Dale Carnegie’nin Dost Kazanma Ve İnsanları Etkileme Sanatı (How To Win Friends And Influence People) kitabının önsözüne “Ortalama bir insan, zihninin gizli kalmış kısmının sadece %10’unu geliştirip kullanabilir” ifadesini ekleyince, 19 yy nörologlarının söylemlerinin yanlış anlaşılmasına böylece, %10 mitinin ortaya çıkmasına neden oldu ve günümüze kadar geldi.


MİTİN DİĞER OLASI KAYNAKLARI, GLİA HÜCRELER
%10 miti, beynimizin glia (beyaz hücrelerinden) çıkmış da olabilir. Glia hücreleri, beynimizdeki nöronları besleyen, onlara destek veren hücreler olup nöronlardan farklıdırlar. Glia hücreleri, beynimizdeki nöronlardan (sinir hücrelerinden) daha fazla yer kaplamaktadır. Öyle fazla yer kaplamaktadırlar ki, 1960’lardaki keşfe göre, beynimizin neredeyse %90’ını oluşturmaktadır. Bir başka deyişe göre beynimizdeki her bir nörona karşı 9 glia hücresi denk gelmektedir. Zaten, beynimizdeki nöronların büyük bir kısmı da beynimizin içinde değil, ceviz içi görünümlü kabuğunda toplanmıştır.

Bilgi olarak ilave edelim ki, glia hücreleri meyve sineğinin beyninde %20, fare ve sıçan gibi kemirgenlerde %60, şempanzelerde %80 mertebesindedir. 

%10 miti için bir başka çıkış kaynağı da, 1930’larda, Dr. James W. Kalat’ın kendi kitabı olan Biyolojik Psikoloji’de, nörologların dikkatini, beynin büyük miktarlardaki lokal nöronlarına çekmiş olması da başka bir olasılık olarak görülebilir denmektedir.

%10 MİTİ ve EINSTEIN
Kendi zamanında, Albert Einstein bu mite inanmış mıdır? Kendisine konuyla ilgili soru soran bir gazeteciye, başkalarından niçin daha zeki olduğunu alaycı bir lisanla cevapladığı söylenir. Dolayısıyla, bazı kişiler %10 mitinin bir kaynağı olarak da, Albert Einstein’ı işaret etmişlerdir.

Profesör Della Sala %10 mitini merak edip Albert Einstein’ın arşivinde bir araştırma yaptığını ancak, konuyla ilgili tek bir kayıt bile bulamadığını söyler.

YEDİ MADDEDE %10 MİTİ
Nörobilimci Barry Bayerstein, %10 mitinin geçersizliğini aşağıdaki maddelerle sıralayarak açıklamaya çalışır. 

1-Beynimize zarar verme: Eğer %10 mitine göre hareket edip, beynimizin %90’ına zarar versek bile, gündelik performansımızın zarar görmemesi gerekir. Gerçekte ise, beynin belli bir yeri zarar gördüğünde ya yeteneklerimizden bir veya bir kaçını ya da hareketlerimizden bazılarını kaybettiğimizi biliyoruz. Kaldı ki, beynimize çok hafif bir zarar vermek bile derin etkiler yapabilmektedir.

2-Beyin taramaları:Gelişen teknolojiye bağlı olarak beyin taramaları göstermiştir ki, hiçbir şey yapmıyor dahi olsak, beyin daima aktiftir. Hatta beynimizin bazı bölgeleri daha bile aktiftir.

3-Evrim:Beyin, oksijen ve besin tüketimi açısından çok maliyetli bir organdır. Ağırlık olarak vücudumuzun aşağı yukarı %2’sini oluştururken, vücudumuzun kullandığı tüm enerjinin neredeyse %20’sini tüketmektedir. Diğer organların her birinden daha fazla.

Eğer gerçekten de beynimizin %90’ına ihtiyacımız olmasaydı, beynimiz, kullandığı bu %20’lik enerjinin büyük bir kısmını tasarruf eder, böylece daha küçük beyinle daha etkili bir yaşam sürerdik. Kaldı ki, evrimin, beynimizin kullanılmayan kısmını eleyerek devre dışı bırakması kaçınılmaz olurdu. Bir de evrim, bu kadar gereksiz madde ile ne diye uğraşıp dursun, öyle değil mi?

4-Beyin görüntüleme:Pozitron emisyon teknolojisi (PET), fonksiyonel manyetik rezonans (fMRI) gibi gelişen teknikler, canlı beyni aktivite iken görüntüleyebilmektedir. Bakınız, Beynimiz ve Biz -17 (Beyin Görüntüleme/fMRI). Araştırmalar ortaya çıkarmıştır ki, uyku esnasında bile beynin birçok bölümleri çalışmaktadır. Eğer beynin bir kısmının çalışmadığından bahsedebiliyorsak, o kısım, hasar aldığı için çalışmıyordur. Bir başka deyişle, beynin sessiz olduğu zamanlar, hasar aldığı zamanlardır. 

5-Bölgeselleştirilmiş fonksiyon: Beyinde, bir kütleden ziyade, bilgilerin işlenmesi için ayrıcalıklaşmış bölgeler bulunmaktadır. Çalışmalar için harcanan onlarca yıl sonunda, beyinde, fonksiyonu olmayan bir bölgeye şu ana kadar rastlanmamıştır.

6-Mikro yapısal analiz, tek birimlik kayıt tekniği: Araştırmacılar tek bir nörona, çok ince bir iğne elektrot batırıp, nöronun elektrik faaliyetini izleyebilmektedirler. Eğer beynin %90’ı çalışmıyor olsaydı, elektrot sokulan nöronun %90 olasılıkla fonksiyonu olmayan bir nörona rast gelmesi beklenirdi. Ancak görülüyor ki, beyinde, incelenmek üzere iğne elektrot sokulan her nöron, fonksiyon göstermekte bir başla deyişle çalışmaktadır. Şu halde, beyindeki hiçbir nöronun çalışmadığından bahsedemeyiz.

7-Nöral Hastalık:Beyin, dejenere olmuş hücreleri kullanmaz. Dolayısıyla beyindeki hücrelerin %90’ı aktive olmamış (çalışmıyor) olsaydı, kişiler öldüklerinde yapılan otopsilerde her kişinin beyninde büyük ölçekte dejenere beyin hücreleri bulunuyor olurdu.

Filmler, romanlar ve bilimkurgu %10 mitini körüklemiştir. The Dark Fields romanı ve bundan uyarlanan Limitless filminde, beynin geri kalan kısmına uyuşturucu ile ulaşılmaya çalışılması, keza The Zombie Survival Guide filminde, insanların beyinlerinin %5’ini kullanarak zombi olarak yaşamlarını sürdürebiliyor olması anlatılmaktadır. Ve yine, The Lawnmower man, Total Recall olarak bilinen filmler %10 mitini kullananlar arasında gösterilebilir.

%10 miti gerek reklam gerekse eğlence sektörü ile de hemen her kültüre pompalanarak yayılmıştır. Heroes dizisindeki karakterlerden genetik profesörü, beynin kullanılmayan kısmını ima ederek, beynin süper gücünden bahsetmektedir. Şimdiki çağın bir görüşü olarak bu tür mitler yani beynin kullanılmayan alanının tele kinetik güçler, psikokinesis, ekstra duyusal algılama adları altında bu düşünceleri yaymaya devam etmektedir. Yine, beynin başka gizemlerini keşfetmeye çalıştığını iddia eden reenkarnasyon ve benzerlerini de bunlara katabiliriz.

Şu halde; ya beynimizim %10’unu kullanıldığımıza dair miti kabul ederek, evrenin içinde arayıp da bulamadıklarımızı “doğaüstü” kuvvetlerde arayacağız ya da beynimizin %100’ünü kullandığımız bilgisine sahip bir kişi olarak, “doğaüstü” diye bir şey olmadığına dair “bilgimize” dayanarak, bugün için bilmiyor dahi olsak, bilmediklerimizi, gelecekte bir gün bizzat evrenin “içinde” ve onun bize sunduğu “malzemede” bulacağımıza/bulunacağına dair sabrı göstereceğiz. Seçim tamamen bizim. Sizin düşünceniz nedir? 

Erol

Kaynaklar:
Kurban bayramı geldi, her zamanki gibi çeşitli görüş ve tartışmalar da gündeme düştü. Acaba kurban kesme niye çıktı, bu hale niye geldi? Yapılanlar doğru mu yanlış mı; yanlışı ne doğrusu ne? Evrimci bir biyoloğun mantığıyla kurban öyküsünü ve bilimsel gerçekleri öğrenmek isterseniz, zaman ayırıp okumanızı öneririm. Bu vesile ile bayramınızı kutluyorum, esenlikler diliyorum 

“Akıllı düşünenler doğruyu bulacaktır”

Hemen herkesin sık sık aklına gelen bir soru vardır. Acaba evrende bizden başka bir canlı, insan ya da insan benzeri bir canlı var mı diye? Onun olup olmadığını hiç kimse kesin bir şekilde söyleyemez. Ancak eldeki bilgilere bakarak bunun olasılığını söyleyebilir. Birçok bilim adamının üzerinde ortak birleştikleri görüş: Evrende birçok yerde, belirli koşulların olduğu yerlerin bir kısmında canlı diyebileceğimiz oluşumlar olabilir. İnsan ya da insana çok benzeyen bir canlı olabilir mi sorusuna ise pek çok bilim adamı çok temkinli yanaşırlar; olasılığının çok düşük olduğunu söylerler. Bu satırların yazarına sorarsanız; böyle bir olasılık yok denecek kadar azdır. Bundan, “evrende insandan daha gelişmiş canlı bulunmaz” yargısını kast etmiyoruz; daha gelişmişi de bulunabilir; ancak yapısı, işlevleri ve bilinen özelliklerinin tümü açısından aynı ya da benzeri bulunmaz yorumunu kast ediyoruz.

İkinci önemli bir soru hep aklımızı karıştırır. Acaba böyle canlılar varsa, onların vücutları hangi element ve moleküllerden oluşmuştur? Bizden farklı element ve moleküller varsa, bunu nasıl başarmışlardır? Örneğin silisten ya da demirden ya da hidrojenden ya da bizim bilmediğimiz bir elementten yapılmış bir canlı olabilir mi? Bunun yanıtı kesinlikle hayırdır. Çünkü:

1. Evrende sadece ve sadece ve her yerde 93 element (yüz küsuru bilinse de onların yarılanma -yani parçalanıp başka bir elemente dönüşme- hızı saniyelerle ölçüldüğü için bir yapı malzemesi olarak kullanılamaz) vardır. Bir elektron bir proton bir elementi -örneğin hidrojeni; iki elektron iki proton bir başka elementi -örneğin helyumu; üç elektron üç proton bir başka elementi -örneğin lityumu (sırasıyla devam eder, 93 elektron ve doksan üç proton uranyumu oluşturur), oluşturduğuna ve bu oranların çeyreği ve yarısı ile bir element oluşmadığına göre, evrende dünyadan bilinen elementlerden farklı bir elementin olması söz konusu değildir. O halde bir canlı olacaksa, kesin dünyada bilinen elementlerden oluşacaktır.

2. Evrende oluşan bir canlının moleküllerinin bizim şu anda kullandığımız elementlerden farklı bir çatısı olabilir mi? Bunun yanıtı da kesinlikle hayırdır. Evrende bir canlı varsa -kimya bilimine de güveniyorsak- biyomer olarak adlandırılan moleküllerinin iskeletini karbon molekülü oluşturmak zorundadır. Böyle bir yargıya varmak için çok güçlü kanıtlarımız var. Ancak bu kanıtları vermeden önce bir canlının en büyük gereksinmesi nedir ki böyle bir yargıya kuşku duymadan varabiliyoruz. İlk olarak bunu bilmeliyiz: 

Canlı dış ortamla sürekli enerji ve madde alışverişi olan sistem olmalıdır ve yaşadığı sürece de belirli bir farkı korumalıdır. Bunun için çevreyi tanıyacak donanıma sahip olmalıdır ve en önemlisi taklit edilebilir moleküllerden oluşmamalıdır. Eğer yapısı taklit edilebilir moleküllerden oluşursa, 1) çevresindeki moleküller sessiz sedasız yapısına katılarak onun kendine özgün bir yapıda bulunmasını engeller, 2) bir canlı türünü diğer canlı türünden, aynı tür içinde ise bir bireyi başka bir bireyden ayıracak (biyolojik çeşitliliği oluşturacak) farklılaşmayı sağlayamaz. Çünkü taklit edilebilir moleküllerle yapısını oluşturmaya kalkışırsa bu çeşitliliği başaramaz. Bu nedenle sadece hidrojenden ya da sadece karbondan ya da sadece silisten oluşan bir canlı meydana gelemez. Çünkü molekülün çeşitlenmesi sağlanamaz. Taklit edilebilir. Böyle bir çeşitliliğin sağlanması için öyle bir element kullanılmalıdır ki, hem kendi üzerinde birden çok kimyasal bağ yapabilsin hem de çeşitli elementler ya da atomlar böyle bir çatıya (ya da çekirdeğe) bağlanabilsin; en önemlisi de taklit edilme olasılığını çok küçültebilmek için oluşacak molekülün boyutlarını çok büyük ölçüde büyültebilsin. Yani canlıyı oluşturacak bir molekül binlerce atomdan oluşan bir omurgadan ve bu omurgaya bağlı binlerce atomdan oluşmuş devasa bir yapı olabilsin. Bu tip molekülleri yapısında bulunduran bir sistem -ancak- canlılığı geliştirebilir. Şu anda dünyadaki durum böyledir; evrendeki durum da -kesinlikle- böyle olacaktır. 

Kimyasal elementleri dizdiğimiz periyodik cetvelde bu özellikleri taşıyan neredeyse 10 kadar element var. Bu elementlerin ortak özelliği atomlarının dört bağ yapabilmesidir. Diğer elementler 1, 2 ve 3 bağ yapmalarına karşın; bu 10 element dört bağ yaparak aynı atom üzerinde çeşitliliği önemli ölçüde artırabilir. Dünyadaki canlıların moleküler çatı oluşturmak için kullandığı element -ayrıcasız- karbon atomudur. Bütün canlıların ana iskeletini bu element oluşturur. Aynı ya da benzer özelliği gösteren diğer dokuz element bir başka ortamda canlıları oluşturmak için niye kullanılmasın? Kural olarak kullanılabilir. Ancak geri kalan 9 elementin bazı fiziki ve kimyasal özelliklerinden dolayı, evrenin herhangi bir yerinde de canlı iskeletinin oluşumu için kullanılamaz. Çünkü bu elementler -örneğin karbona en yakın özellik gösteren, dört bağ yapabilen silisyum- bu çeşitliliği sağlayabilecek özellikleri taşımasına karşın, hiçbir yerde bir canlı vücudunun ana çatısı olamaz. Çünkü silisyum dioksit haline belirli sıcaklık aralıklarında gaz haline geçemez ve suda çözünemez, dolayısıyla kimyasal tepkimelerin olacağı hiçbir ortamda çözünmüş olarak bulunamaz. Yani belirli sıcaklıklarda tepkimeye giremez. Yüksek sıcaklıklarda bu istenen özellikleri gösterse de (örneğin gaz haline geçse ya da çözense de), bu sefer çok sayıda atomdan oluşmuş büyük (kompleks) moleküller oluşturamaz. Yaklaşık 70 kadarından fazlası kırılmadan birbirine bağlı olarak kalamaz (kovelent bağları kırılır); dolayısıyla büyük moleküller oluşturamaz. Dolayısıyla bir canlıyı oluşturacak yapının çatısını karbon atomu oluşturmak zorundadır. Bu karbon atomunun oluşturduğu yapı taklit edilemesin diye dev boyutlarda olmak zorundadır. 

Bu kadar büyük molekülün belirli bir mekânda bütün uzunluğunca özelliklerini koruyarak kalması çok zor olacağı için, oluşan bu molekülün, özellikle işlev gören ve tepkimelere katılan çeşitlerinde, belirli koşullarda kendi üzerine -özgün bir şekilde- katlanarak hacmini küçültmesi ve en önemlisi dış yapısı bakımından tanıyacağı ya da iş yapacağı diğer moleküllerle tanışıklığını sağlayacak yüzey şeklini alması gerekir (üçüncül yapı). Dolayısıyla şekil değiştirebilir olmalıdır.

Amino asitlerin bir yanının zayıf asidik bir yanının zayıf bazik özellik taşıması, kuvvetli asitler karşısında bazik, kuvvetli bazlar karşısında asidik özellik göstermesine (amfoterlik özelliği) bu da vücudun ani asit değişmelerinde korumasına yardımcı olur.

İşte omurgasını karbon atomunun oluşturduğu, birçok birimin katıldığı, yan dallarla sayısız denecek kadar çeşitlenmeyi oluşturabilen ve kendi üzerine kıvrılarak değişik üç boyutlu şekiller alabilen bu molekülün adı bilim dünyasında protein olarak bilinir. 

3. Evrende eğer başka bir canlı varsa, bu canlı belirli bir sıcaklık aralığındaki ortamlarda yaşıyor olacaktır. Örneğin biraz artısı ve eksisi ile 0-100 derece aralığında. Çünkü bu derecenin üstünde büyük moleküllerin yapısı bozulacaktır. Daha düşük sıcaklıklarda ise tepkimeler -aktivasyon enerjisi nedeniyle- istenen düzeyde gerçekleşemeyecektir.

Proteinlerin Ortaya Çıkışı ve Evrimleşmesi
Proteinler, kural olarak bilinen 20 amino asitten yapılmıştır. Yaşamın moleküler başlangıcında bu yapıya katılan bilmediğimiz amino asitler olsa da, protein sentezleme sisteminin kodlama sistemi bunu bugüne kadar taşıyamadığı için bu konuda fazla bir şey söyleyemeyiz. Ancak bugün yaşayan canlıların tümünün, normalde canlılar tarafından meydana getirilen (sentezlenen); ancak zaman zaman canlı olmayan ortamlarda da oluştuğu bilinen hatta uzayda bile varlıkları saptanan amino asit dediğimiz birimlerden oluştuğunu biliyoruz. Dolayısıyla bilinen canlıların tümünün proteinleri 20 amino asitten yapılmıştır. 

Canlılar evrimsel olarak ortak atadan meydana geldiği için bu amino asitlerin kullanılması ve canlı vücudunda protein şeklinde yapılandırılması, protein sentezi dediğimiz evrensel bir mekanizma ile gerçekleşir. Bilinen, yani ortak atadan bu yana gelmiş geçmiş canlıların hemen hepsi, bu 20 çeşit amino asidi (bileşimleri farklı olsa da) hiçbir fark gözetmeden kullanabilirler. En önemlisi bu moleküllerin sentezlenmesini yapan sistemler hemen hemen hepsinde aynıdır (ribozomların, haberci RNA’ların evrensel oluşu buradan kaynaklanır). Ancak canlıların geçirmiş oldukları evrimsel süreçte farklı dizilimleri kodlayacak DNA zincirleri seçildiği için ortaya çıkan proteinin amino asit dizilimi bakımından farklı olması kaçınılmaz olmuştur. Örgü makinesi gibi, ip aynı, makine aynı, yalnız takılan şablon (haberci RNA olarak bilinen mRNA) farklı olduğu için elde edilen örgünün deseni de farklı olmaktadır. Örülen bir kazağı söküp, ipi, bu makineye takarsak yeni bir desenle yeni bir kazak örmemiz mümkün olur. İşte et yeme ya da daha bilimsel bir anlatımla protein alma da böyle bir şeydir. Başka bir canlının sentezlemiş olduğu amino asitleri (tuğlaları) kendi vücudumuzun yapımı ve işlevleri için yeniden kullanmadır.

Kendine Özgüllük
Her canlı farklı özellik kazanırken, taklit edilmesin diye farklı proteinleri geliştirirken, ortaya başka sorunlar da çıkmıştır. Başka bir canlının proteinini aynen alıp kullanmaya kalkışan bir canlı kendi özelliklerini yitirecekti. Bu nedenle başka birinin proteinini kullanmaya kalkışınca, o yabancı proteini temel molekülleri olan amino asitlerine kadar yıkmaya başladı ve böylece sindirim olayı gerçekleşti. Sindirim ana hatlarıyla bir proteini amino asitlerine ayrıştırma işlemidir. Eğer şu ya da bu şekilde protein ya da proteinin bir kısmı böyle bir işlemden geçmeden vücut içerisine girerse alerjik tepkimeler ortaya çıkar.

Amino asitlerin özgüllüğü olmadığı için, canlılar tarafından bir çeşit ham madde olarak kullanılırlar (tuğla gibi, çimento gibi). Bu nedenle proteinin iyisi ya da kötüsü yoktur. Proteini alınacak canlının vücudunda başka formlarda zararlı maddeler bulunmadığı sürece, proteinlerin sağlayacağı yarar aynıdır. Ancak bazı canlıların taşıdıkları protein içeriği -amino asit bileşimi- bakımından farklı olması ya da bir canlının vücudundaki bazı kısımların protein bakımından daha zengin olması bakımından canlıların tüketilmesi ya da vücutlarının belirli kısımlarının tüketilmesi yarar açısından farklı olabilir. Örneğin kırmızı bir kas ile bir başka dokunun ya da bir hayvansal doku ile bir bitkisel dokunun -amino asit bileşimi ve zenginliği bakımından- sağlayacağı yarar farklı olabilir. Ancak, sindirim işleminden sağlıklı bir şekilde işlemden geçmiş hayvansal ya da bitkisel dokuların tümü, birim miktardaki yararlanılabilir içeriği farklı olsa da aynı etkiyi gösterir. Çünkü amino asitler evrenseldir; fark gözletilmeden kullanılır. Bu açıdan bakıldığında şu hayvanın proteini bizim için zararlıdır ifadesini kullanmak doğru değildir. Olsa olsa bileşimi bakımından daha az yararlı olabilir diye söylenebilir. 

Bitkiler Neden Et Yemeye İhtiyaç Duymazlar?
Elimizdeki bilgiler dünyada ilk olarak inorganik yollarla da oluşabilecek 16 kadar amino asidin canlılar tarafından kullanıldığını; daha sonra 4 farklı amino asidin daha yapım sistemine eklendiğini göstermektedir. Bununla ilgili olarak protein sentezleme sisteminin kodlarında önemli bir eklenti olmuştur (bu nedenle bazı amino asitleri tanıyan üç harften oluşan kodonların sadece ilk iki harfi kullanılır; daha sonra eklenen amino asitler için kodonların üç harfi de kullanılır).

Evrimsel süreç içerisinde geliştirdikleri mekanizmalar ile bitkilerin hepsi kendilerine gerekli olan 20 çeşit amino asidi sentezleyebilirler. Ancak daha sonra böcek yiyen bitkiler bir mutasyon sonucu bazı amino asitlerini sentezleyemedikleri için bu eksikliklerini çeşitli şekillerde avladıkları ve sindirdikleri böceklerin proteinleri ile karşılamaya çalışırlar. 

Hayvansal canlılar olarak nitelediğimiz canlılar 20 çeşit amino asidin ancak 12’sini kendi vücutlarında sentezleyebilmektedirler; diğerlerini bitkilerden almak zorundadırlar. Dışarıdan alınması gereken bu amino asitlere esansiyel ya da temel amino asitler adı verilir. Bu amino asitler: Valin, lösin, isolösin, treonin, metionin, lisin, fenilalanin, triptofan’dır. Böylece hayvanların doğrudan ya da dolaylı olarak bitkilere bağımlılığı doğmuştur. Bitkilerin içerdikleri amino asit miktarları da hayvanlarla aynı olmadığı için sadece bir bitkiyle beslendiğimizde vücudumuza aldığımız amino asit miktarı ve oranı protein sentezi mekanizmasını randımanlı bir şekilde çalıştıracak oranlarda olmayabilir. En güzel örneği beyaz kuru fasulye ile buğdaydır. Belirli amino asitler fasulyede daha çoktur (örneğin 4 tanesi) bunun dışında kalan dört amino asit miktarı bakımından da buğday ya da pirinç zengindir. Eğer kuru fasulye ile bulgur ya da pirinç pilavını 8 saat aralıkla yerseniz protein sentezleme sisteminiz randımanlı çalışmaz; çünkü sistem belirli amino asitleri bulsa da diğerlerini bulamaz ve sistem durur ya da randımanlı çalışmaz. Çünkü amino asitler depo edilmediği için bunları vücut bir araya getiremez. Eğer her ikisini aynı zamanda yersek birinde bulunan amino asit diğerini tamamlayacağı için sistem randımanlı çalışır. Kuru fasulye piştiği zaman yanında pilavın da pişmesi, bunun ikisini birden yiyen insanların daha sağlıklı olmasının gözlenmesinden kaynaklanan bir adet haline gelmiştir.

Bu gelişme süreci içerisinde önemli bir sorun ortaya çıkmıştır. Bitkilerin vücutlarında bulunan proteinlerin amino asit bileşimi ve birim hacimde bulunan protein miktarı hayvansal canlılardan büyük farklılık gösterir. Hayvansal canlılarda belirli bir bileşim içerisinde oransal olarak belirli amino asitler daha fazla; belirli amino asitler ise daha az bulunur. Dolayısıyla sadece bitkisel beslenen bir hayvanda beslenme bozukluklarının ortaya çıkması beklenir. Bunun üstesinden gelebilmek için bazı canlılar sindirim sistemlerinde ek önlemler almışlardır. En iyi bilineni geviş getirmedir. Böylece işkembede, bitkisel materyali kullanmak suretiyle bir hücreli canlılara protein (amino asit) ürettirilir. Çoğu canlı sade bitkilerle değil, menülerine belirli miktarda hayvansal dokuları da katarak bu eskilliği gidermeye çalışırlar. İnsan, bu eksikliği bu yolla gidermeye çalışan bir varlıktır. Dolayısıyla beslenmeleri bitki ağırlıklı olsa bile sağlıklı beslenebilmeleri için menüsünde hayvansal proteinleri bulundurma zorunluluğu doğmuştur. 

Bunun iki önemli nedeni vardır: Birincisi sentezleyemediğimiz 8 amino asidi başka bir hayvansal doku ya da üründen yoğun olarak alma; ikincisi ise bitkisel dokularda ve ürünlerde bulunan amino asit oranları, hayvansal doku ve ürünlerden önemli ölçüde farklı olması nedeniyle birim başına alınan besinin daha az yararlı olmasından kaynaklanır. Yani belirli bir amaç için hayvansal doku ve ürünlerden alacağınız uygun karışımlı amino asit miktarını, ancak çok daha büyük sayılarda alacağınız bitkisel doku ve ürünlerle karşılayabilirsiniz. Kaldı ki, bitkisel doku ve ürünlerden alacağınız amino asitlerin hepsini kullanamayıp, bir kısmını oran bozukluğundan dolayı vücudunuzdan atmak zorunda kalabilmektesiniz. Yani sadece bitkisel beslenme rasyonel bir beslenme tarzı görünmemektedir.

Amino Asitleri Depo Edemiyoruz
Evrimsel süreç içerisinde, vücutta aşırı birikmiş olan amino asitlerin belki tepkimelere girip de düzeni bozmaması için, ya da evrimin mekanizması bunun çaresini bulmada yetersiz kaldığı için, amino asitler vücutta 8 saatten fazla tutulamıyor ya yıkılarak başka bileşiklere (özelliklere yağlara) dönüştürülüyor ya da enerji olarak kullanılıyor ya da metabolize edilerek vücuttan atılıyor. Dolayısıyla düzenli olarak dışarıdan amino asit alınması zorunluluğu doğmuştur. Eksikliğinde beslenme yetersizlikleri ortaya çıkmakta; aşırı alındığında da vücuttan atılma sorunu ortaya çıkmaktadır. Sonuçta vücudumuzda amino asitler ancak bağlı olarak barındırılabilir; çözünmüş ya da serbest olarak saklanamazlar.

Eksik Alınan ya da Aşırı Alınan Proteinler Hangi Zararlara Neden Olabilir?
Bitkisel olarak iyi beslensek bile, bitkilerden aldığımız amino asit oranları hayvansal dokularınkine uymadığı için, her zaman belirli amino asit çeşitleri açısından bir eksiklik, belirli çeşitlerinde de fazlalıklar ortaya çıkacaktır. Protein sentezleme sistemimiz de bu amino asit çeşitleri eksiksiz olduğu zaman randımanlı çalışabilmekte, bazılarının yokluğunda sistem durmaktadır. Sadece bitkisel beslendiğimizde bu oran tutmadığı için protein sentezleme sistemi sağlıklı çalışmamaktadır. Bu nedenle eksik amino asitler bakımından zengin olan hayvansal besinlerin tüketilmesi önerilmektedir. En zengin olanı açıkça hayvansal kaslar olmakla birlikte, bu gereksinme hayvansal ürünlerden de (süt, yumurta, peynir vs) karşılanabilmektedir.

Bir insan, yaptığı işin yoğunluğuna, yaşa ve eşeye göre değişmekle birlikte, günde kendi kilosu kadar gram olarak kırmızı et ya da buna eşdeğer hayvansal ürün yemek zorundadır. Örneğin bir insan 60 kilogram ise günde 60 gram kırmızı et yemesi onun sağlıklı beslenmesi için yeterlidir. Bu miktarda düzenli amino asit alan insanların hücre duvarları ve organelleri çok daha güçlü yapılır; vücut direnci yüksek olur; hastalıklara karşı koyması daha kolay olur. Aksi durumlarda tek sıra tuğlayla örülmüş duvarlar gibi yıkılması kolay olur. 

Fazlasını alırsak ne olur? Vücut protein sentezleme sisteminde daha fazlasını sentez etmediği için, fazlasını, ya yağa çevirerek vücudun bir yerlerinde depo eder ya da enerji açığı varsa dolaylı olarak glikoza çevirerek yakar ya da metabolize ederek böbreklerden üre ya da ürik asit şeklinde dışarıya atar. Böbrekten aşırı üre ya da ürik asit atılması sağlıklı değildir. Doku bozulmasına neden olur. Ayrıca ürik asit belirli bir miktarın üzerine çıkarsa özellikle guanin kristalleri alt eklemlerden başlamak üzere dokulara birikerek -gut ya da nikris hastalığına- acılara ve önemli rahatsızlıklara neden olur.

Bütün bunları göz önüne alan, insanlara sağlıklı beslenmenin yolunu gösteren bir bilim dalı “beslenme ve diyetisyenlik” diye bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Ancak temel yaklaşım, evrimsel açıdan getirmeye çalıştığımız bu görüştür. Bunu her insanın iyi bilmesi gerekir.

Bu beslenme tarzını bilen ve elindeki imkânları en doğru ya da en akıllıca kullanan toplumlar belli ki gelişmiş uygar toplumlara, olanaklarını savurganca ve bilinçsizce kullananlar da geri kalmış toplumlara dönüşmüştür. Bunun en tipik örneklerinden biri kurban kesmedir.

Kurban Kesmenin Geçmişine Kısa Bir Seyahat
Bir insan olarak şunu hiçbir zaman anlayamadım. İnsanoğlu, neden bir insanı yapma işlemini hep aşağılamış, onu bir suç ve günah eylemi olarak görmüş, bu işlemi gerçekleştirirken karınlık yerlere ve kuytulara çekilmeyi yeğlemiş de, bir insanı yasal ya da yasal olmayan yollarla asmayı, yakmayı, taşlamayı büyük meydanlarda gerçekleştirmeyi bir erdem saymıştır? Birilerine hoş görünmek için başka bir canlının eziyet çekmesini neden kutsal saymıştır? 

İnsanlık tarihine bakıyorsunuz, İnkalardan Mayalara, Azteklerden Mısırlılara, Sümerlerden Yunanlılara, Romalılardan Orta Çağlara insanları, olmadı ise hayvanları kurban etmek için büyük tapınaklar yapmışlar, büyük kuleler inşa etmişler. Doğa dinlerinin egemen olduğu yerler hariç her türlü eziyet etme kutsal sayılmış. Çoğu kültürde değişik şekillerde kurban etme ya da kurban kesme eyleminin görünmesi, belli ki kurban etme eylemi insanın dokusuna işlemiş bir tortu. Hepsinin özünde belirli bir çıkarı için başka bir canı ya da canlıyı feda etme, yerine göre korkutma, yerine göre doğaüstü güce yaranma, yerine gere çaresizliğini gizleme ya da giderme; yerine göre de belirli bir kesimin karnını doyurma güdüsü görülebilir. En ürkütücü olanı kurban merasimlerinin olabildiğince çok kişinin görülebileceği şekilde yapılmasını sağlamadır; bu bir anlamda kişileri kan dökmeye alıştırma eylemi olarak görülmektedir. Üzerinde daha da düşünülmesi gereken husus, kurbanı kesenin bizzat kendi kurbanını kesme eylemini gerçekleştirmesinin en muteber eylem olarak sunulmasıdır. Yarın yapılacak bir katliam çağırısına hazırlık ve alıştırma demektir. Kurbanın olabildiğince kesim sırasında eziyet çekmesinin istenmesi ise başka bir dramı oluşturmaktadır. 

Kurbanın belli ki bir kitaba sığmayacak kadar geçmişi vardır. Ancak bizim mensup olduğumuz bölgenin kurban geleneğini biraz gerilere giderek öğrenmekte yarar vardır. Bunları yazarken de bu yazılanları dikkate alıp da başını ellerinin arasına alıp düşünen bir kuşak oluşturma ümidini taşıdığımı da zannetmeyin. Böyle bir kesimin değişmeyeceğini bilemeyecek kadar toplumsal gerçeklerden yoksun değilim. Binlerce yıldır değişmeye bir adım atmayı denemeyenlerin bu yazıyla kıpırdayacaklarını zannetmek saflık olacaktır. Benimki bilim adamı -bu sıfatı taşıyıp taşımadığımı bilemiyorum ama aydın- sorumluluğu, bir kişi çıkıp ne demek istediğimi merak ederse ve benimserse kâr kârdır derim.

Biz ilk olarak mensubu bulunduğumuz bölgenin kurban geleneğinin çıkışından başlayalım.

Orta Doğuda Kurban Geleneğinin Öyküsü
Bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri Tevrat ve Kuran’da da adı geçen, İbrahim Peygamberin çıktığı Ur ve Uruk şehridir. Uruk ve Ur, şehir-devlet tarzı yerleşim yerleridir. Herhalde etrafı kerpiç duvarlarla çevrilmiş en fazla 300-400 kişinin ikamet ettiği yerler olmalı.

Bilinen ilk yerleşim yerlerinden biri kutsal kitaplarda da adı sık sık geçen bugün sadece iz halinde kalıntıları bilinen İbrahim Peygamberin doğduğu söylenen “Ur ve birçok âdetin ortaya çıktığı Uruk” şehridir, daha doğrusu şehir devlet yapısıdır. Bu şehirlerde oluştuğu bilinen kültür, bugün bizim birçok yaşam tarzımıza etki etmiştir. İbrahim Peygamber’in de Ur şehrinden köken aldığına ilişkin, birçok dinsel belgede ve Tevrat’ta açıklamalar vardır. Amerikalıların Irak’ta en son girdikleri şehirdir. Burada bulunan yazıtları acele ülkelerine kaçırmışladır (galiba Vatikan da foyaları ortaya çıkmasın diye bu saklama işlemine katılmış. Binlerce yazıt (kitabe) Amerikalı askerlerce ya tahrip edilmiş ya da kaçırılmış ya da bunu fırsat bilen yağmacılar tarafından ticari meta olarak çeşitli kişilere satılmıştır. Dinlerimizin ve geleneklerimizin başladığı zaman ve mekân ile ilgili bilgiler böylece büyük ölçüde tahrip edilmiş bulunmaktadır. Bu tahribatın bilinçli olarak yapıldığına ilişkin önemli emareler de bulunmaktadır. Çoğu kişi bu tahribatı kutsal kitapları koruma eylemi olarak değerlendirmektedir.

Uruk şehrinde, iyiliklerin doğu kapısından, kötülüklerin de batı kapısından geldiğine inanılmıştır. Bu nedenle ölüler, batı kapısında gömülmekte ya da duvar diplerine atılmaktaydı. 

Uruk şehri ilk tarım ıslahının ya da kültürünün yapıldığı yerlerden biri olarak biliniyor. Buğday tarımı buralarda başlıyor. Ancak hayvan yetiştirme henüz başlamamış. Bu nedenle güneş battıktan sonra sadece ruhban sınıfın kalmasına izin verilen ve köylülerin terk etmesi gereken şehir, bir anlamda kutsal bir merkez olarak da görev yapıyor. Bu şehre şu ya da bu şekilde gelmek isteyen duvar dışı halka -köylüler diyelim- şehre geldiklerinde bir hayvan getirerek kurban etme geleneği konuyor. Kurbanın üçte biri yönetici-ruhban sınıfa (bunlar Ensi veya Patesi olarak adlandırılıyorlardı), üçte biri fakirlere, üçte biri de gelenlerin eşleri ve dostları ile birlikte yenmesine ayrılıyor. Böylece kurbanın üçe bölünme geleneği de başlatılmış oluyor. 

Bu bölgede yaşayan Sus sucrofa sucrofa bilimsel adıyla bilinen yabani domuz alttürü, her şeyi yediği gibi insan leşini de rahatlıkla, karın kısmını deşerek yiyebilir. Hatta ölülerin karnını deşmesin diye, karın kısımlarına bitum ya da zift sürdükleri tahmin edilmektedir. Tevrat’a göre koyun ve keçi tüccarı olan İbrahim Peygamber, elindeki keçi ve koyunları da satabilmesi için, ölüleri çok kötü bir şekilde deştiği için tiksinilen domuzu mekruh ilan edilmiş (ya da başka birileri tarafından edilmiş), yenmesi yasaklanmış ve yok edilmeleri bir çeşit dinsel bir amaç haline getirilmiş. Keçi mutena (en kıymetli) hayvan statüsüne yükseltilmiştir.

• Ancak, sevmediğimiz domuz ormanlaştırmada, daha doğrusu ağaçlandırmada en önemli hayvandır. Çünkü orman dibinde yumru ve böcek ararken, yandaki dişleriyle çizdiği ya da bir çeşit herk ettiği topraklar, düşen bitki tohumlarının yeşermesi için en uygun derinlik ve gevşemiş topraklardır. Bu nedenle domuz ormanda bulunur, orman da büyük ölçüde domuz tarafından geliştirilir.

• Keçi, bilinen yaşam tarzı nedeniyle, bu bölge için bilinen en tehlikeli ağaç düşmanıdır. Geliştirilen bu inanç ve ticaret nedeniyle, yukarı Mezopotamya daha sonra Anadolu’nun tümü, semavi dinlerin yaygın olduğu tüm alanlar, hızla orman tahribine uğrayarak stepleşti ve çölleşti. 

Hazreti Muhammet Peygamber’e kadar bu gelenek böyle devam etti. İbrahim Peygamberin İsmail’i kurban etme öyküsü her dindarın bilmesi gereken bir öykü oldu. Nitekim Hazreti Muhammed’in amcası Hazreti Ali’nin babası Abdülmuttalip, Musevi dininin Arabistan’da yayılmış bir mezhebine mensuptu ve bilindiği kadarıyla da Hazreti Muhammedi 36 yaşına kadar mensup olduğu bu mezhebin Havra’sına (ibadethanesine) götürmüştü. Yani Hazreti Muhammed kurban kesme geleneğini Musevilerinkinin bire bir aynısının yapıldığı bir ortamda büyümüştü. Hazreti Muhammet peygamber olduktan sonra çeşitli ganimetlerin bir araya toplanması ve deve sayısının artması ile kurban kesilecek hayvanlar listesine Hazreti Muhammet döneminde deve de eklendi.

Şu anda inandığımız ve icra ettiğimiz kurban kesme âdeti Musevilerden aynen alınmış olmasına karşın, Museviler kural olarak iyi eğitilmiş daha bilinçli insanlardan oluşmuş bir cemaat oldukları ve muhtemelen, kurban kesmenin bir israf ve uygar insanlar tarafından benimsenemeyecek bir gelenek olduğunun farkına vardıkları için, kutsal kitaplarında bir buyruk olarak yazılı olmasına karşın, bu geleneklerini tümüyle bırakmış görünmektedirler. Museviler çok çıkarcı ve menfaatlerini çok iyi hesaplayan bir cemaat olmalarına karşın, nedense bu sefer sevap kazanma işini gönül rahatlığıyla Müslümanlara bırakmış görünüyorlar…

Museviler ve Hıristiyanlar Bir Yolunu Bulup Kurban Kesme Adetinden Kurtuldular
Diğer birçok dinde ya da inanışta olduğu gibi tek tanrılı semavi dinlerin de hepsinde kurban kesme geleneği var ve bu gelenek ortak inanış biçimiyle Tevrat’a, özü bakımından da Sümerlere uzanıyor. Tevrat’a göre Hz. İbrahim’in, eşi Sara’dan çocuğu olmaz. Hz. İbrahim, Sara’dan bir çocuğu olması durumunda bunu Tanrı’ya kurban olarak adar. Bu arada cariyesi Hacer’den İsmail doğar. Yaşı ilerlemiş (100 ya da 125 yaşında?) olmasına karşın, Sara bir oğlan doğurur. Oğlanın adını İshak koyarlar. Hz. İbrahim, Tanrı’nın isteği üzerine oğlu ile birlikte Moriah Dağı’na gider, orada bir sunak hazırlar, üzerine odun dizer ve İshak’ı, sunaktaki odunların üzerine yatırır. Tam onu boğazlamak için bıçağına uzanmıştır ki, Tanrı’nın meleği göklerden seslenir ve “Çocuğa dokunma!” der. “Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı’dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin.” Hz. İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç görür. Gidip koçu getirir. Oğlunun yerine onu kurban eder. 

Musevilikteki kurban kesme töreni, yeraltı, yerüstü ve gökyüzünün kesişme noktası sayılan ‘Tapınak’ta yapılırmış. Tapınak, Hazreti İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek istediği, meleklerin yeryüzüne inip çıktıkları merdivenin bulunduğu, Kudüs yakınlarındaki Moriah Dağı’ndaymış. Tarih boyunca kurban törenlerinin ifa edildiği Tapınak, MS 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus ve oğlu Titus tarafından yerle bir edilince, Tapınak yeniden inşa edilinceye kadar kurban âdetine ara verilmiş. Tapınak bir daha inşa edilmediği için de Museviler o tarihten bugüne kurban kesmiyorlar (keşke biz de herkesin benimseyeceği bir neden bulabilsek)
Yeni Ahit’te (İncil), hikâye aynen tekrarlanır ancak, Hıristiyan inancına göre, İsa son kurban olduğu için, artık yeni kurbanlara gerek yoktur. Hıristiyanlar, kurban törenini, İsa’nın etini sembolize eden ekmek ile kanını sembolize eden şarabın kullanıldığı ayinlere dönüştürmüşlerdir.

Kur’an’daki ‘Bu kurbanlar atanız İbrahim’in sünnetidir’ hadisi, İslâmiyet’in kurbanı Musevilikten aldığını gösterir. Nitekim her iki din de ilk kurban olayını Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etme olayına bağlar. 

Yalnız Museviler ve Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında kurban edilen oğul konusunda önemli bir fark vardır. İslâmi kaynaklara göre, olay, Moriah Dağı yerine Mekke’de geçmiştir. Kur’an’da Saffat Suresi’nin 99-107. ayetlerinde Hz. İbrahim’in, kavminin putlara tapması üzerine, ‘Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla” dediği, Allahın ona ‘uysal bir çocuk’ müjdelediği’, çocuk koşup oynayacak yaşa geldiğinde ise İbrahim’in rüyasından hareketle çocuğu boğazlamak üzere yüzüstü yere yatırdığında bir büyük kurbanlık vererek çocuğun hayatını bağışladığı anlatılır

Kurban Edilecek İshak mı İsmail mi? 
Kur’an’da çocuğun ismi açıkça belirtilmediği halde, İslâmi kaynaklar bu ismi ‘İsmail’ olarak verirler. Bilindiği gibi geleneğe göre İsmail Müslümanların atası, İshak ise Yahudilerin atasıdır. İslâm tefsircilerine göre Tevrat’ta kurbanlık oğul için ‘biricik’ tabiri kullanılmaktadır. İsmail, İshak’tan önce doğduğu için ‘biricik’ oğul İsmail olmalıdır. Eğer, ‘biricik’ ifadesi yanlışlıkla yer aldıysa, ikinci oğul olan İshak’ın kurban edilmesi, Tevrat’taki ‘şükran için ilk mahsulün kurban edilmesi’ mantığına uymaz. İlahiyatçı olmayan yorumcular ise Sara’nın ‘ana kraliçe’ konumunda olduğu için, yüz yaşını geçtikten sonra doğurduğu tek oğlunun kurban edilmesine izin vermeyeceğini, hâlbuki Hacer’in hem cariye hem de genç olması yüzünden, oğlunun kurban edilmesine karşı çık(a)mayacağını söylerler. Ama her iki dinde de sonuçta oğlun kurban edilmediği kabul edilir. (Ayşe Hür’ün makalesinden ve Çetin Özer’in doktora tezinden).

Kurban Geleneği Niye Korundu, Korunmaya Devam Edecekse Ne Yapılmalı?

Kurbanın bilinen birçok yaygın ve olumlu etkisi vardır: 

1. Hayvan yetiştiricilerinin ellerindeki hayvanları paraya ya da takas yolu ile başka mallara çevirmesinin en kolay yolu, belirli zamanlarda kurulacak kurban hayvanları pazarı olur.

2. Fakirlerin en azından senenin belirli zamanlarında doyasıya et yemeleri sağlanır.

3. Kurban ile zengin-fakir gelir dağılımı biraz da olsa dengelenir.

4. Kurban sosyal bir etkileşime neden olarak insanların sosyalleşmesine belirli bir katkıda bulunur.

5. Kesilen kurbanın kazayı-belayı önlediği ve öbür dünyada sevap hanesine bir şeyler yazdıracağına inanıldığı için bir anlamda ruhsal bir rahatlamaya neden olur.

Bugünkü haliyle ve bugünkü anlayışla birçok zararlı yönü bulunmaktadır:

1. Sokak ortalarında herkesin gözü önünde bir insanın ruhsal dengesini bozacak derecede vahşi manzaralar yaşanmasına neden olmaktadır.

2. Kurban sahibine bizzat kendi kurbanını kesme (çok yaygın uygulanmasa bile) önerisi getirilerek, insanların vahşi ve gaddar yönü kaşınmaktadır.

3. Senenin çeşitli zamanlarında gelen Kurban Bayramı, ne yazık ki, belirli zamanlarda birçok hayvanın döllenme ve gebelik dönemine denk geldiği için üreme işlemini tamamlamadan birçok hayvanın kesilmesi büyük zararlara neden olmaktadır. Eğer bu evrensel bir uygulama olacaksa (olsaydı), kurbanlık hayvanların bu döllenme ve gebelik dönemleri dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlara denk gelecekti: Örneğin güney yarım kürede, güneş ışığının düzenleyici etkisinden dolayı, koyunlar ve sığırla kuzeydeki gibi çoğunlukla ilkbaharda değil son baharda doğururlar. Yani Ramazan ve buna bağlı olarak Kurban Bayramı takvimi evrensel gerçeğe uyum göstermemektedir.

4. Beslenme yetersizliği çekilen bir dünyada, bir hayvanın her parçasının ekonomiye kazandırılması akıl meselesidir. Boynuzu, kanı, tırnakları, yünü, kemikleri, derisi, hatta gübre olarak dışkısı en küçük kırıntısına kadar değerlendirilmek zorundadır. Bütün bu yan ürünlerden başlı başına bir sanayi bile kurulabilir. Hâlbuki kurban tam bir israf ve savurganlıktır. Alelacele özensiz kesilen deriler genellikle bir yerlerinden yırtılır ya da delinir. Yapağısı yeterince kullanılmaz. Kanı boşa akıtılır, tırnak, boynuz, iç organlar ve sakatat kısmı, dışkılar kural olarak o yana bu yana atılarak israf edilir, israf edilmeyle kalmaz, hijyenik birçok soruna neden olur.

5. Kurban Bayramı nedeniyle gerek kurban kesenler gerekse kurban eti alanlar bilinçsiz olarak et tükettikleri için birçok organını tahrip eder. Çünkü bir kişinin kendi kilosu kadar günlük gram cinsinden fazla et yemesi, karaciğer ve böbrek tahribatı demektir. Dinsel terminolojide bu kötü ve aşırı beslenmenin adı da “fakirin gözünün doyurulmasıdır”.

İlla ki Kurban Kesmede Israr Ediyorsak Bunu Nasıl Yapmalıyız?
Öncelikle ailesine günlük olarak yukarıda verilen miktarlarda et sağlayamayan birinin senede bir ya da birkaç gün için et kesmesi uygun olamaz. 

Diyelim ki kurban kesmesi için tüm dini ve ahlaki kuralları yerine getirmiş biri için, kurbanın senenin ancak belirli bir zaman diliminde (yavru tutma dönemlerinin haricinde) kesilmesi, tam teşekkülü bir kesimhanede bu kesme işlemini yaptırarak olabilecek tüm organ ve yapılarının ekonomiye kazandırması gerekir.

Kurban etinin dağıtımı da yeniden bir esasa bağlanmalıdır. Diyelim ki belirli bir miktarını evi ve yakın dost ve akrabaları için ayırdı (geleneksel olarak 1-2/3’si); geri kalan kısmını belirli bir merkeze teslim etmeli. Bu merkez daha önce, özellikle yakın çevresinde, olmaz ise uzak yörelerde gerekirse yurt dışında tespit ettiği fakirlere, yukarıda verdiğimiz miktarlarda dağıtmalıdır.

Bu dağılımda taviz verilmeyecek yönetim şöyle olmalıdır. Eğer bir aile fakir ise, aile bireylerini gerektiği şekilde besleyecek durumda değilse, bu ailenin başvurusu ve durumu incelendikten sonra, merkez, aile bireylerinin toplam kilosuna göre her gün belirli miktarda et teslim etmelidir. Örneğin çocukların, eşlerin ve varsa büyük anne ve babanın toplam kilosu 400 kilogram ise, o aileye her gün 400 gram et teslim edilerek dengeli beslenmesi sağlanmalıdır. Bu destek birkaç gün değil, sene boyunca yapılacağı için dengeli beslenme de sağlanmış olur.

Kurban Kesme Tarzını Değiştirmeliyiz
Her ne kadar bilim adamı ya da uzman olarak kabul edilen kişiler, dogmalarından bir türlü kurtulamadıkları için (bu nedenle bunlara bilim adamı ya da uzman sıfatı vermek de doğru değildir) doğruyu söylemiyorlarsa da, suya sabuna değmemek için seslerini çıkarmıyorlarsa ya da bilgisizliklerinden ve çıkarlarından dolayı halka yanlış bilgi veriyorlarsa da, kurban kesme tarzı da ne yazık ki hiçbir uygar insanın onaylayacağı bir tarz değildir. Söylediklerinin hiç biri de doğru değildir.

Kurbanın kesilirken üç ayağının bağlanması bir ayağının ise kesilme sırasında çırpınması için serbest bırakılması ve en önemlisi boğazının belirli bir yere kadar kesilip, can çekişmesi için bir süre omuriliğinin kesilmeden bırakılması gerekiyormuş. Böyle yapılmasının nedeninin de kalbin durmayıp kanı boşaltması için yapıldığı söyleniyor Hiç kimse bunun doğru olmadığını söylemiyor ya da çekindiğinden dolayı söyleyemiyor. 

Çünkü omurgalıları tümü kalbi üzerinde taşıdığı iki düğüm ile (Sinoatrial -SA- ve Atrioventricular -AV- düğüm) kendi kasılmasını ve gevşemesini otomatik olarak düzenler. Yani kasılma ve gevşeme eylemini başka bir organdan emir almadan kendi düzenler. Bu nedenle kalbi çıkarıp uygun bir sıvının içine koyarsanız kalp çok uzun süre atmaya devam eder. En basit orta eğitim laboratuarlarında bile bu özellik kurbağa kalbinde gösterilir. Kurbağa kalbinin basit olduğu düşünülecek olsa bile aynı durum kalp nakillerinde vücuttan çıkarılan insan kalbi için de geçerlidir. Yaşamını destekleyecek uygun bir sıvıya alınan insan kalbi bu kapta çalışmaya devam eder. Ancak atmanın ritmi (yani hızlı ya da yavaş çarpması) omurilik aracılığıyla değil, beyin sapına (Medulla oblangata = omurilik soğanına) doğrudan bağlanmış Nervus vagus ve boyundaki kesilen yerden geçmeyen Nervus simpaticus diye iki sinir (simpatik ve parasimpatik) tarafından düzenlenir. Bu sinirlerin kesilmesi kalbin durmasını değil, ritminin bozulmasına neden olur. Yani siz omuriliği kesseniz bile kalp durmadan vücuttaki kanı boşaltır; birden bire durmaz. Nitekim omuriliği boyun kısmında tahrip olmuş birçok insan felç olsa da yaşamasına devam eder. Keza laboratuar denemelerinde boynunu kırdığımız kobay ya da sıçanların kalbinin attığını biliyoruz. Dolayısıyla anlatılanlar tümüyle bilime aykırıdır ve insanlara yanlış bilgi verilmektedir. Omuriliğin kesilmesi o canlının omurilik kesilme eyleminden sonra vücuttan gelen acıları duymamasını sağlar. Bu durumda bu tarz bir kesme eylemi bir canlıya acı ve ızdırap çektirmeden başka bir anlam taşımamaktadır. Hiçbir kutsallık bir canlıya acı çektirmeyi mubah kılmaz. Unutmayalım ki bu gerçeği sadece sınırlı sayıda insan değil dünyada çok kişi biliyor ve bizim bu tavrımızı hiçbir zaman uygarca bulmuyor.

Halkı anlıyorum; biyoloji bilgileri yeterli olmayabilir; duyduklarıyla yetinmiş olabilirler. Biz bu bilim adamlarını ne için besliyoruz merak ediyorum…

Günlük Manzaradan Bir Kesit
27.11.2009 Tarihindeki kurban bayramının sadece birinci günde, kurban kesme eylemi sırasında, 2365 kişi hastanelere düşecek kadar yaralandı; ölüler de var. Hastaneye gitmeyenler ve kayda girmeyenleri de düşünürsek bu sayı bunun katlarına ulaşır. 

Açıkta, yol kenarında, parklarda insanlık dışı görüntülere neden olmamak için kurban kesmesi hükümet tamimi olarak yasaklanmasına ve bunu yapanlara yüz küsur lira para cezası kesileceği defalarca duyurulmasına karşın, görsel basından izlediğimiz kadarıyla, İstanbul başta olmak üzere parklarımız, sokaklarımız, evlerimizin önü, yolların kenarı, kanların, bağırsakların, işkembelerin sağa sola serpiştirildiği ilkel bir mezbahaya döndürüldü. Ben Star Televizyonu’nun aynı gün ana haberinde izledim; büyük bir olasılıkla diğer televizyon kanalları da aynı görüntüler verilmiştir. Gurur duyduğumuz, duygusal şiirler yazdığımız, şarkılar bestelediğimiz İstanbul Boğazı’nın sahil kesimleri kırmızı kan ile karışık işkembe, bağırsak akıyordu. 

Peygamberler şehri olarak dünyaya tanıttığımız Urfa’da cadde ortasında, kurbanlık sığırın bacakları bıçakla doğranarak, hayvanın asfalt üzerinde sürünmesi Avrupa televizyonlarında gösteriliyordu. Kesilecek hayvana vurulan sopalar, zincirler, kovalamacalar, silahla atışlar ve benzeri vahşi manzaralar kurban bayramımızın alışılmış görüntüleri oldu. Avrupa şöyle düşünür böyle düşünür gibi -insanımızı uygarlaştırmayı sağlamak açısından- bir yaptırımın ya da gözdağı vermenin arkasına sığınmayı hiç düşünmedim. Bunun sadece insan olmanın bir gereği olarak düşünürüm.

Niye böyle yapıyorsunuz dediğimizde, herkesin ortak verdiği yanıt: “Dinimizde böyle bir şey yoktur; kurbanlık hayvana eziyet edilmez” cümlesi olur. İyi de uyarıya, ceza tehdidine bile aldırış etmeden bu camianın bin dört yüz yıldır böyle davranmasını nasıl açıklayacaksınız? Eğitileceğini mi düşünüyorsunuz? Dogmatiğin dogmasını değiştirme dünyayı avucumuzun içine alma kadar zordur…

Yazdıklarım İşe Yarayacak mı?
Geçmişte Tanrılarına genç kızları kurban eden; bugün Hac Farizası diye bir günde 4-5 milyon hayvanı boğazlayarak etini çölün kumlarına gömen (neyse ki son zamanlarda bunların bir kısmının sadece etleri buzdolabına kaldırılarak fakir İslam ülkelerine gönderiliyormuş), yatırılarak deve kesmenin günah olduğuna inanan ve bu nedenle Arap Palası ile canlı hayvanı ayakta iken ayaklarını parça parça doğramaya başlayarak öldürmeyi (bu nedenle deve kurban edilirken görüntülemeye izin verilmiyor)kutsal sayan ve bu uygulamayı Tanrısal bir buyruk sayarak tartışmaya bile açmayan bir bir düşünceyi “bir bilim adamı, bir düşünür” olarak onaylamam beklenemez.

Bilimsel bir değerlendirme ile bütün bunları tarafsız ve analitik bir bakış açısından dile getiren böyle bir yazının, dogmasından bir türlü kurtulamamış bu kesimin takkesini önüne koyarak yeniden değerlendireceğini de beklemeyiniz.

Kurban olayını bilimsel bir tartışmaya çekerek, insanlara yol göstermenin önemli bir zorluğu daha var. Kurban etinden, derisinden nemalanan birçok kurum türemiş bulunmaktadır (eğer bir hata yapmıyorsam, dolaylı ya da dolaysız nemalanan Diyanet Vakıfları, cami yaptırma dernekleri -bunların sayısının 50-60.000 civarında olduğu söyleniyor-, insani yardımlaşma adı altında kurulmuş birçok dernek ve vakıf, Kızılay, Türk Hava Kuvvetleri, Mehmetçik Vakfı, yolunu şaşırmışlara arka çıkan Deniz Fenerleri ve başkaları). Bunların bir kısmı beklenen hizmeti götürmesine karşın, bir kısmının siyasetin batağına saplandığı son zamanlarda açık açık manşetlere yansımaktadır. Nemalananların, bu kadar büyük geliri, birkaç bilim adamının, düşünürün sözüyle bir tarafa bırakacaklarını, hedef kitlenin bu önerilerini düşünmelerine göz yumacaklarını mı bekliyorsunuz. Çok beklersiniz…

Gittikçe artan bir tutkuyla para hırsının arttığı dünyamızda, insani değerleri, dünya görüşü, geleneği ne olursa olsun, kazanmak için her şeyi mubah bilen bir dünyada, Kurban gibi getirisi olan ve istismara açık bir sorunu bir kalemde gündemden çıkaramazsınız. 

Yine de bu topluma hizmet etmek istiyorsanız, er ya da geç karşılaşacakları çıkmazlardan kurtarmak istiyorsanız, ilk olarak o topluma yeni koşullar karşısında dogmalarını değiştirerek doğru yolu bulmayı öğretmelisiniz. Bilim adamlarının, düşünürlerin, aydınların en önemli görevlerinden biri bu olmalıdır diye düşünüyorum. Böyle bir aydınlamaya da en çok İslam ülkelerinin ihtiyacı olduğuna inanıyorum.

Dogmasından kurtulamayanlar, dogmasını yeni koşullara göre değiştiremeyenler er ya da geç çıkmaza gireceklerini bilmelidirler. 

Bütün bunları yapabilir misiniz? Dogmaya saplanmış, katı alışkanlıkları yaşam tarzı olarak benimsemiş insanlara hangi doğruyu sunarsanız sunun onları değiştirmek zordur. Ülkemizin hayvansal varlıkları yetmediği için 2010 yılında yabancı ülkelerden döviz ödeyerek getirttiğimiz hayvanları kesmeye başladık. Dövizle alınan sevap… 

Ben bu yazılanları yapmalarını beklemiyorum; onun için daha birkaç fırın ekmek yenmesi gerekir. Yazılanları -şimdilik- sadece anlasınlar yeter diyorum…

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi
Kaynak