Rivayet edilir ki, İmparator sana, tek kişiye, sefil kula, İmparatorun güneşi önünden kaçıp en uzak uzaklığa sığınmış ufacık gölgeye, tek sana bir haber göndermiş ölüm döşeğinden.

Ulağa yatağın yanında diz çökmesini buyurmuş, haberi kulağına fısıldamıştı; haber onun için o kadar önem taşıyormuş ki, ulağın onu kendisine, kulağına bir de yinelemesini buyurmuştu. Söylenenin uygunluğunu kafasını oynatarak doğrulamıştı.

Ve ölümünün bütün seyircileri önünde -bütün engel duvarlar yıktırılmış, geniş ve yüksek, dolanan merdivenin basamaklarına imparatorluğun büyükleri dizilmişlerdi sıra sıra- bütün bunların önünde yola çıkarmıştı ulağı.

Ulak hemen yola koyulmuştu, güçlü, yorulmaz bir adam; kâh bir dirseğini, kâh ötekini öne savurarak kalabalığın içinden kendine yol açıyor, direnmeyle karşılaşınca da göğsündeki güneş simgesini gösteriyordu parmağıyla; epey de kolaylıkla ilerliyordu, başka kimsenin ilerleyemeyeceği kadar.
Surplus: Terrorized Into Being Consumers, tüketim toplumu anlayışının çevreyi yok ettiğini, teknolojinin insanları özgür kılmak yerine köle durumuna getirdiğini, video ve müzik düzenlemeleriyle ilgi çekici bir hale getirerek, bizlere sunan bir belgesel. Belgeselin odağında John Zerzan bulunmaktadır. Zerzan anarko-primitivisttir; yani, insanlığın, ilkel dönemlerin ardından sınıflara bölündüğünü ve baskıcı yönetim altında hayatını sürdürdüğünü, gerçek eşitlik ve özgürlük için ilkel dönem anarşist yapılanmasına geri dönülmesi gerektiğinin savunucularındandır.

Zerzan'ın fikirlerini odağa alarak tüketim toplumunu irdeleyen bu belgesel, özellikle çok-uluslu şirketlerin global düzende çok fazla söz sahibi olduğunu ve onların da yegane isteğinin kâr elde etmek olduğunu, dolayısıyla da gerek medya ile gerek politika ile gerekse de günlük ahlaki yapılanma ile insanları tüketime yönlendirdiğini belirtmektedir. Bununla birlikte, sürdürülebilir kalkınma gibi kavramların da işe yaramaz olduğunu, çünkü dünyadaki yüzde 20'lik kısmın, yüzde 80'lik bir tüketim gerçekleştirdiğini, yani çok açık bir eşitsizlik olduğunu ve bu sebeple de sürdürülebilirliğin anlamsızlaştığıını belirtmektedir.

Bu noktada özel mülkiyet karşıtlığı belgesel boyunca birkaç defa belirgin bir şekilde bizlere iletilmektedir. Proudhon'ın "Mülkiyet, hırsızlıktır." anlayışı kadar sert olmasa da, özellikle kitlesel başkaldırılarda ve protestolarda özel mülkiyetin önemsenmemesi gerektiğini, hatta yakılıp yıkılmasının olumlu olduğu söylenmektedir. Özellikle Zerzan'ın şu söylemi oldukça ilgi çekicidir:

Neden insanlar sokağa çıkıyorlar ve bir şeyleri protesto etmeye, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar? Bu akılsız şiddet demek değildir. Asıl akılsızlık, orada öylece oturmak, esrar içmek, MTV izlemek, sonra gidip bir iş bulmak ve sonrasında öylesine yaşayıp gitmektir. Bana göre şiddet, işte budur.

Hedeflenmiş özel mülklere zarar vermek ya da hedeflenmiş mülkleri yok etmek gereklidir. Bu 'alışılagelmiş politika'nın sınırlarından dışarıya kaçabilmenizi sağlar. Bir pankart taşıyarak yaptığınız, 'olması gerektiği gibi' bir protestoyla ne elde edebilirsiniz ki? Ben on yıllardır bunlara şahit oluyorum. Hiçbir işe yaramıyor. İnsanlar bunlara ilgi göstermiyor. Neden göstersinler ki? Bu ilgiye layık olacak bir protesto şekli değil. Ama insanlar kavga ettiğinde, bu bir şeydir. İlgi çeker ve çekmelidir de, çünkü bu gerçektir. Bu, sembolik bir "Kendimi iyi hissediyorum. Benim pankartım var." oyunu değildir. Bu tip bir gösteri umurumda değil.

Eğer sağlamsa, eğer etkisiz değilse tabii ki barışçıl olanını tercih ederim. Kimse tehlikeye düşmesin kimsenin canı acımasın, tutuklanmasın. Kimse polis tarafından kafa üstü sürüklenmesin. Hatta hiçbir pencere kırılmasın. İdeal şekil bu. Maalesef bu şekilde olamıyor.

Bence ortak kullanıma ait mülkler en açık hedeflerdir. Bankalar, pahalı dükkanlar, Starbucks gibi zincir dükkanlar vb. İnsanlar bunun küresel sistemin bir parçası olduğunu anlıyorlar. Bu tecavüzcü, standardize, yıkıcı formun bir parçası olarak tüm farklılıklar, tüm özgürlükler silinip gidiyor.

Liberal kesimdekilerin sahip olduğu, her insanın özgür olabileceği bir serbest piyasa anlayışına karşın, bilindik bir şekilde karşılık veriyor belgesel: Bizler sadece hangi markaları seçeceğimiz konusunda özgürüz! Ve hatta bu özgürlük bile, çok az insan için sağlanmış bir özgürlük. İnsanların çok az bir kısmı istediklerini yapabilecek kadar zenginken, geri kalan tüm insanlar, yoksulluk ile mücadele içindelerdir. İnsanlara şatafatlı görünen tüm o koca alışveriş merkezleri ve günlük hayatımızı saran teknolojik gelişmeler, insanlara takılmış yepyeni tasmalardan başka bir şey değildir.

Hayyam
 
Kadının gelişimi, bağımsızlığı özgürlüğü kendisinden gelmelidir. İlk olarak kendisini bir seks objesi değil, bir kişilik olarak ortaya koymalıdır. İkincisi, hayatını basit, fakat zengin ve derin kılarak; kendi bedeni üzerinde başkalarının iddia ettiği tüm haklara karşı koymalı, istemediği sürece çocuk yapmamalı, tanrının, devletin, kocasının, ailesinin bir kulu olmaya karşı çıkmalıdır. Bu da hayatın tüm karmaşıklığını ve özünü anlamaya çalışarak, yani kendini toplumun fikirlerinden ve yargılarından özgürleştirerek olur.
- Emma Goldman

Ebeveynler çocuklarına otoriteyi sorgulamayı asla öğretmezler, çünkü ebeveynlerin kendileri zaten otorite figürleridir. Ev içinde kendi zırvalarının kuyusunu kazmak istemezler. Böylece aileler çocukları, çocuklar aileleri boğar, herkes birbirini boğar ve bütün nesiller sik kafalı yetişir. Ve günümüzdeki toplumu oluştururlar.
- George Carlin

İşsiz ve aç bir insan özgür müdür? Kitap ve kültür dünyasının kapıları kendisine kapanmış okumaya yazma bilmeyen cahil bir insan özgür müdür? Yılın 52 haftasında çalışmak zorunda olan, dinlenme, tatil, gezmek için bir kaç günü biraraya getiremeyen bir insan özgür müdür? Gece gündüz iki yakasını biraraya getirme tasasında olan insan özgür müdür? Her an işini kaybetme korkusu içinde olan insan özgür müdür? Yetenekli ama yeteneklerini geliştirecek öğrenim olanaklarından yoksun bir insan özgür müdür?
- Leo Huberman
ÇATIŞMANIN TEMELLERİ
Bilim ve din toplumsal yaşamın iki görünümüdür; din, insanlığın düşünce tarihinin bildiğimiz geçmişi boyunca önemli olmuş, bilim ise, Antik Yunan’da ve Araplar arasında, süreksiz ve aralıklı bir varlık gösterdikten sonra, XVI. yüzyılda birdenbire önem kazanmış, o çağdan bu yana da gitgide daha büyük bir biçimde, düşüncelerimizi ve içinde yaşadığımız kurumlan etkiler olmuştur. Dinle bilim arasında uzun ve sürekli bir çatışma var olagelmiştir: son birkaç yıla gelinceye kadar bu çatışmadan zaferle çıkan bilim olmuştur. Ama, Rusya ve Almanya’da ortaya çıkan yeni dinler, bilimin sağladığı öncü eylemin yeni araçlarıyla, tıpkı bilim çağının başladığı yıllarda olduğu gibi. bu sonucu kuşkuya düşürmüş, bu yüzden de geleneksel dinle bilimsel bilgi arasındaki savaşın tarihini ve temellerini incelememizi, bir kez daha önemli kılmıştır.

Bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlem üzerine kurulmuş akılyürütme ile önce dünyayla ilgili belirli olguları, sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulgulama ve (talihli durumlarda) geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir. Bilimin bu kuramsal görünümünün yanı sıra, bilim öncesi çağda gerçekleştirilmesi olanaksız, ya da en azından bugünkünden çok daha pahalıya mal olacak olan rahatlık ve lüksü sağlayan bilimsel teknik de vardır. Bilim adamı olmayanlar için bile bilimi büyük ölçüde önemli kılan, işin bu yanı, bilimsel teknik yanıdır.
TEOLOJİ YANİ İLAHİYAT NEDİR?  
Konusu yalnızca anlaşılmaz şeyler olan bir bilim vardır. Bütün bilimlerin dışında olan bu sözde "bilim", duygularımızla, araştırılmayan ve değerlendirilmeyen şeylerle uğraşır. Hobbs bu bilime Melekülüzzulümat (Royaume de tenebres) adını verir. Bu ülke, herkesin, oturmakta olduğu alemde tanıdıkları yasalara muhalif olan yasalara bağlı olduğu bir ülkedir. Bu tuhaf ülkede ışık karanlıktır; sağduyu, deliliğe dönüşür. Bu bilime, teoloji (ilahiyat) denir ve bu teoloji, insan aklına sürekli bir hakarettir.  

"Eğer"leri, "belki"leri birbiri üzerine yığa yığa, en açık bilgileri unutturacak ve en olumlu gerçekleri kuşkuya düşürecek ölçüde insanların zihnini karıştırmaya yetenekli, birleşme ve ilerlemeden yoksun hoyrat bir sistem, bir manzume vücuda getirebilmişlerdir. Bu düzenlenmiş Galimatias* ile, doğa, insan için açıklanması mümkün olmayan bir muamma olmuştur; gerçek alem, gerçek dışı alemlere yer açmak için takatsiz bırakılmıştır; tek bulucusu olduğu kuruntular ülkesinin yegane yol göstericisi olan hayal gücüne yerini terk etmeye, akıl mecbur edilmiştir.

* Galimatias, açık olmayan, belirsiz, karmakarışık söz demektir. (A.C.)


Eski bir şarkı vardır, bilirsiniz, şöyle der: “Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına.” Uzaklardaki sevgilisine kavuşma özlemi duyan aşığın, önüne geçilmez isteğini anlatır bu şarkı. Bir kuş olmak; karlı dağları, ovaları aşmak, yükseklerde üşümek, yorgun düşmek ve bunca çaba sonunda sevdiğine kavuşmak. Peki, söz konusu âşık, sevgilisine ulaşmak için kuş olduğu süre içinde bir insan gibi algılayacak, bir insan gibi hissedecek, yol boyunca sevgilisini bir insan gibi düşüne(bile)cek midir? Biraz garip gibi gelen bu sorunun başka türlüsünü, Thomas Nagel, 1974 yılında yazdığı ünlü makalesinde şöyle sormuş: “Yarasa olmak neye benzer?”. (What is it like to be a bat? The Philosophical Review, Vol. 83, No. 4. (Oct., 1974), pp. 435-450.)

Thomas Nagel, felsefe ve hukuk dallarında araştırma yapan Amerikalı bir profesör. New York Üniversitesinde 1980’den beri ders veriyor. Esas araştırma alanı, akıl felsefesi, politik felsefe ve etik.

Garip ve belki biraz saçma gibi görünse de, aslında bu tür sorular ve benzetişler aklın, zihnin, algının sınırlarını irdeleme ve bir insan olarak evrene bakışımızı anlamlandırma açısından ilginç sorulardır.

Şimdi, Thomas Nagel’in “Yarasa Olmak Neye Benzer?” isimli makalesinde ne demek istediğini, neyi irdelemeye çalıştığını, dilimizin döndüğü kadar ve ağdalı ifadeler kullanmamaya gayret ederek anlatmaya çalışalım. (Felsefecilerin, nedense, ağdalı bir dil kullanmak gibi bir gayretleri vardır.) Bu yazıdaki bazı satırların, kaynak yazılardan yapılan kısa alıntıları da içerdiğini söylemeden geçmeyelim.