Videonun Metni

Merhaba, Ben Michael Shermer. Skeptic dergisini yayınlayan Kuşkucular Derneği'nin yöneticisiyim. Paranormal olaylarla, sözdebilimle ve sınırbilimle ilgili toplulukların iddialarını ve bütün bu konularla ilgili kült ve iddiaları araştırıyoruz. Bilim, sözdebilim, bilim dışı ve çöp bilim, vudu bilimi, patolojik bilim, kötü bilim, bilim dışı ve bildiğiniz saçmalıklar. Ve son zamanlarda Mars'ta değildiyseniz, ortalığın bunlarla kaynadığını biliyorsunuzdur.

Bazılar bize madara ediciler diyor, biraz olumsuz bir isim. Ama kabul etmeliyiz ki, madara edilecek çok insan var. Dolandırıcılık masası gibiyiz, bunları saklandıkları yerlerden çıkartıyoruz. Kötü fikirlerin Ralph Nader'ı gibi bir şeyiz. (Gülüşmeler) Kötü fikirleri iyileriyle değiştirmeye çalışıyoruz.
Beynimiz ve Biz -8 (Nucleus Accumbens / Ödül Merkezimiz) adlı makalenin ilk bölümünü okumak için buraya tıklayın.

Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma-yazma bilmeyenler değil, öğrenemeyenler, öğrendiğini unutamayanlar ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır.
Alvin TOFFLER

İSTEDİĞİMİZ BİR ŞEYİ BEKLEMEK Mİ DAHA HEYECAN VERİR YOKSA O ŞEYİ ELDE ETMEK Mİ?
Harvard Tıp Okulundan nörolojik bilimler uzmanı Hans Breiter, kazanç duygusunun iki temele dayandığını, bunlardan birinin uyarılma, diğerinin ise uyum olduğunu söylemektedir. Buna örnek olarak da seksi göstermektedir. “Önce, uzun bir uyarılma süreci ve arkasından da doyum gelmektedir.” diye ifade etmektedir. “Benzer şekilde, çok acıktığımızda, masaya yemeğin gelmesini beklerken, zihnimizin yemek yemeye hazırlanması ve bizde yarattığı uyarılma hissi, yemeği yedikten sonraki doygunluk hissinin vereceği keyfe göre daha baskın çıkacaktır” diye devam etmektedir. Buna göre, uyarılmayı tetikleyen en temel öge, doyum değil beklentidir. Onun içindir ki, yeni âşık olduğumuz kişiyi randevu verdiğimiz yerde beklerken yaşadığımız heyecan, onunla beraber olduğumuzdan daha baskındır. (Doğum esnasında bekleyen baba)
Kendimi öldürmeden önce bana varoluştan yana güven verilmesini isterim, kuşku duymamak isterim. Yaşam, benim gözümde, olguların belirginliğini ve akılda uyumlu biçimde birleşmelerini onaylamaktan öte bir şey değil. Ben, olguların toplanıp birleştiği zorunlu bir buluşma noktası gibi duymuyorum kendimi artık; şifalı ölüm, doğadan ayırarak iyileştiriyor bizi; ama ya ben, olgulara yol vermeyen acıların ürünüysem?

Ben kendimi öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi, varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca. İntiharla kendi tasarımı yeniden doğaya uyguluyorum, ilk kez kendi irademle biçimlendiriyorum her şeyi. Bana uygun olmayan organlarımın koşullandırmasından kendimi kurtarıyorum; ve yaşam, bana düşünmem için verileni düşündüğüm saçma bir talih oyunu olmaktan çıkıyor. Yani kendim seçiyorum düşüncemi, ve güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeklerimin yönünü. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasına yerleşiyorum. Askıda bırakıyorum kendimi; hiçbir yana eğilim göstermeden, yansız; iyilerin ve kötülerin kışkırtmalarının kurduğu dengenin kurbanıyım.

Çünkü yaşamın kendisi, bir çözüm değil; yaşam, seçilmiş, benimsenmiş, belirlenmiş hiçbir varoluş türüne sahip değil. Yaşam yalnızca, istekler ve olumsuz güçler dizisidir, tiksindirici bir rastlantıya bağlı koşullara göre amacına ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan küçük karşıtlıklar dizisidir. Kötülük, her insana, eşit ölçüde verilmemiştir, deha da öyle, delilik de. Kötülük gibi, iyilik de, koşulların ve etkisini kimisinde çok kimisinde az gösteren bir mayanın ürünüdür.
Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma-yazma bilmeyenler değil, öğrenemeyenler, öğrendiğini unutamayanlar ve yeniden öğrenemeyenler olacaktır.
Alvin TOFFLER

Hoşlandığınız kişinin, sizinle olan ilk randevusuna gelip gelmeyeceğini bekliyorsanız; aldığınız piyango bileti veya oynadığınız lotoya para çıkıp çıkmayacağını ümit ediyorsanız; burs almak için girdiğiniz sınavın sonucunu heyecanla bekliyorsanız veya sevdiğiniz oyuncunun yeni filmini görmek için hafta sonunu iple çekiyorsanız, o zaman, hiç merak etmeyiniz. Çünkü sizde de bir (daha doğrusu iki adet) nucleus accumbens var demektir.

Nucleus accumbens, beynimizin ön tarafına yakın, aşağı yukarı gözlerimizin hizasında ve beynimizin her bir yarım küresinin iç taraflarında bulunan bölgelerdir. Nucleus accumbens; bizi umut etmeye ve beklentiye sokmakla beraber, hoş tatlara, cinsel çekiciliğe, cömertliğe, sembollere (lüks arabalar, yatlar, katlar) gülmeye, sevdiklerimizle güzel vakit geçirmeye, bize göre yoldan çıkmışları cezalandırmaya hatta intikam almaya iten bir sistemdir. Hani zaman zaman “değer” veya “değerlerimiz” gibi kavramlar hakkında düşünürüz ya, işte bize, değerlerle ilgili bir dolu düşünce ürettiren ve söz söyleten yerlerden birisidir nucleus accumbens. Bizi beklentiye sokar, çevremizdeki fırsatları görmemizi sağlar. Temel yakıtı, dopamin adı verilen nörotransmitterdir.
Varsayın çok ciddi bir iddiada bulunuyorum. Hayatınızın fırsatlarından birini sunuyorum. Size hakkında binlerce hikaye yazılmış ama asla kimsenin göremediği ejderhalardan bir tanesini gösterebileceğimi söylüyorum.

"Haydi göster!" diyorsunuz, ben de sizi garajıma kadar götürüyorum. İçeride bir merdiven, boş boya tenekeleri ve eski bir üç tekerli bisiklet var ama ejder yok. "Hani bu ejder nerede?" diye soruyorsunuz.

"İşte tam orada" diyerek, ileride bir yeri işaret ediyorum. "Söylemeyi unutmuş olmalıyım, o görünmez bir ejder."

Ejderin ayak izlerini görebilmek için yere un serpmeyi öneriyorsunuz.

"İyi fikir." diyorum, "Ama bu ejder havada uçuyor."

O halde görünmez alevini saptamak için kızılötesi alıcı kullanmaya kalkıyorsunuz.

"İyi fikir ama bu görünmez alevin ısısı da yok."

Peki öyleyse, siz de sprey boya sıkarak ejderi görünür yaparsınız.

"İyi olurdu ama bu ejderin cismi de yok ki! Boya tutmaz."
I

Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi.

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.
Uygar kişi, kişisel ilişkilerinde sürekli çıkmaza giren insandır.

Kendine koyduğu -çoğunlukla enine-boyuna gözden geçirilmiş; aynı zamanda da sürekli yeniden gözden geçirdiği- ilkelere uyan bir davranışıyla, aynı ilkelerin farkında olduğunu sandığı, o ilkelere uyduğunu sandığı bir kişi ile olan ilişkisinde 'ters' bir duruma düşüverir.

Bu türden yanılgıların kaynağı, genellikle, uygar kişinin kendini içine yerleştirmeye çalıştığı çerçeve ile, ilişkide bulunduğu kişilerin içinde bulundukları çerçevelerin aykırı olmasıdır. Aykırı düşen, yanılan, tabiî ki, uygar kişidir: Öteki kişi(ler) kendi ortam(lar)ındadır(lar), kendi ilkelerine uygunluk içindedir(ler); uygar kişinin ise belirgin, hazır bir ortamı yoktur, ilkelerini de, hep yeniden gözden geçirmek için, sürekli askıda tutar - bu yüzden hep yanılmak zorundadır; ters aykırı düşmek zorundadır...

Bir aykırılığı da hemen yenileri izler: Kendi ortamlarına ters düşen uygar kişi karşısında, 'öbür' kişiler, kendi 'kesin' ilkelerine dayanarak, tavır alırlar.

Uygar kişi uyumsuz insandır.

İçine girdiği her toplumsal çerçeve, garip gelir ona -bunun alışmamakla pek ilgisi yoktur: çabuk alışır uygar kişi aslında; bu anlamda 'uyumlu'dur. Ama her seferinde, 'uyum' sağladıktan sonra bile -ya da en çok o zaman- bu çerçeve -hatta o zaman daha da - garip gelir ona.

Küçücük şeylerde ortaya çıkıverir uyumsuzluğu. (Çok iyi bildiği yabancı dilde iki sesi biribirine karıştırıveri örneğin, ya da sözcüğün yazılışına bir harf ekleyiverir, bir harf çıkarıverir...)

Alışılmışa alışmayan insandır temelde uygar kişi - içinde bulunduğu toplumsal çerçeveye alışır alışmasına, ama alışmaya alışamaz bir türlü. Garipser durur...

Oruç Aruoba