Neden Merak Ederiz? adlı makalenin yayınlanan ilk bölümünü okumak için burayı, ikinci bölümü için ise burayı tıklayın.

MERAK ETMEMİZ İÇİN İLİŞKİLENDİRİLECEK/SINIFLANDIRILACAK HER YENİ BİLGİ DOĞRU MU OLMALIDIR?
Zihnimize giren her yeni bilgi veya zihnimizde uzun süreden beri dolaşan bir bilginin, diğer bilgilerle ilişkilenip sınıflandırma çabasının ilk adımı olan merak itkisinin başlaması için “doğru” olması zorunluluğu var mıdır? Böyle bir zorunluluk elbette ki yoktur. Çünkü, yanlış bilgileri de zihnimiz ilişkilendirme-sınıflandırma çabası içine girer ve merak, bir motivasyon unsuru olarak akıl sürecini etkiler. Bunu, yanlış iliklenmiş bir gömlek düğmesinin, geri kalanlarının da yanlış iliklenmesi gibi ifade edebiliriz. Tabii ki bu yanlış ilişkilendirme, zihinde var olan bilgilerin azlığı ve doğanın o gerçeği ile ilgili yeterli gözlemlerin yapılmaması nedenidir.

Örnek olarak geçmiş dönemde dünyanın düz olduğu düşüncesini gösterebiliriz. Çünkü o zamanlar, dünyanın büyüklüğü nedeniyle, eğriliği yeterince idrak edilememekte idi. Hatırladığım kadarıyla ilkokulda (şimdi, ilköğretim deniyor) bizlere, Dünya’nın eğriliğinin bir ispatı olarak, ufuktaki geminin önce bacası sonra gövdesi görünür gibi bilgiler aşılanmışsa da, Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı zamanlar, ne günümüzdeki gibi büyük gemiler veya yelkenliler ne de bunu görecek dürbün vardı. Kaldı ki, çıplak gözle, okyanusta, Dünya’nın eğriliğinden dolayı, ufkun altında kalıp da bir geminin önce bacasını görmek, bizim gözümüzün ayırt etme açısı dâhilinde değildir. Dünyanın düz olduğuna inanıldığı o zamanki olanaklarla kanıtlar koysanız, onlar da size “eğer dünya küre biçimde ise alt taraftaki insanlar nasıl olur da düşmezler?” veya “denizler aşağı doğru akıp gitmez?” şeklindeki soruları yöneltirdi. Bu ve benzeri kurgu gibi gelen bu düşünceler ile ilgili olarak (Newton’un yer çekim kanununu bulması ile kendisine yapılan saldırıların anlatıldığı, Jean-Marie Vigoureux’sun Newton’un Elmaları kitabı bu süreci çok güzel anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi, yanlış bilgiler de doğru olarak ilişkilendirilebilir. Zaten her şeyi doğru ilişkilendirmiş olsaydık, herkes aynı düşünüyor olmaz mıydı? Doğada, sana göre doğru, bana göre doğru diye bir şey yoktur. Eğer böyle bir düşünceye sahipsek, bu olsa olsa “çıkarlarımızdan” kaynaklanmaktadır. Aslında değişmez ve dogmatik düşüncelerimizin benzer bir sürecin sonunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Böyle bir durumda, daha evvel eksik gözlem ve gözlem araçlarının, modellemenin, gözlem anlayışının henüz tam gelişmediği ve keza o zamanki dinsel inanışlara bağlı olarak Dünya’nın düz olduğu bilgisi beyne yerleşmişse, düzlük anlayışına uyan her yeni bilgi, sınıflandırma ihtiyacı doğuracak, merak mekanizmasını çalıştıracaktır. Buna karşılık, Dünya’nın küre olduğuna dair bir bilgi, kişide merak uyandırmayacak, bir safsata olarak görülecektir. Çünkü beyinde, bunu sınıflandıracak-ilişkilendirecek referans alınacak bilginin olması gereken bir raf henüz boştur. Hatta kişi böyle bir rafın varlığından bile habersizdir. Şu halde, yanlış bilgi de sınıflandırılmak üzere bizde merak motivasyonunu sağlayabilir. Kaldı ki, beyin, hücrelerimiz, neyin doğru neyin yanlış olduğu hakkında bir yorum yapmazlar. Onlar sadece ve sadece kendilerine gelen bilgileri birbirleriyle uyumlu buldukları uçlardan yakalayıp ilişkilendirme ve sınıflandırma görevlerini yaparlar. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz. Bilindiği gibi, yapboz (puzzle) adı verilen ve yüzlerce (bazen birkaç bin) parçacıktan oluşan şekilleri yan yana getirip, bu parçaların birleştirilmesiyle ortaya bir resmin çıktığı oyun vardır. Yapboz ile ilgilenenler bilirler ki, zaman zaman, bu parçaları yan yana birleştirirken, iki parça, girintisi ve çıkıntısıyla ve hatta üzerindeki deseniyle birbirleri ile öyle bir uyum sağlarlar ki, bu birleştirmenin doğru olduğuna kanaat getiririz. Böyle durumlar daha çok, yapbozda, resmin gökyüzü veya deniz gibi aynı renkte olan kısımlarında görülür. Ancak, bu iki parçanın oluşturduğu girinti ve çıkıntıya ve tabii ki parçanın üzerindeki desene, onca diğer parçayı denedikten sonra uygun diğer bir parça bulamazsak, bu durumda, son eklenen parçanın oraya ait olmadığını düşünür ve onu alır, doğru olanı (veya doğru olduğunu sandığımızı) ekleriz. Bunu, var olan düşüncemizin yanlış olan bir parçasını değiştirmek gibi düşünebiliriz. Eğer yapboza ait bir tek bir parçanın dört bir tarafındaki parçalar da bulunup yerine konduğu zaman, o parçanın doğru yerde olduğunu anlarız. Çünkü, yapboza ait parçanın dört bir yanındaki kenar kıvrımları, bu uyumluluğu sağlayan tek argüman değildir. Aynı zamanda, bu yapboza ait parçanın üzerindeki desenin, diğer yapbozlardaki devamlılığı da bir argümandır. Şu halde, yapboza ait tek bir parça ile bağlantılı diğer bilgiler arttıkça (tek bir parçanın etrafında 4 adet diğer parçaların olması gerektiği, bu parçanın her bir kenarındaki kıvrımlarla diğerlerinin uyumlu olması, parçanın üzerindeki desenin, çevresindeki diğer parçalarda da sürekliliğin sağlanması ile) parçanın doğru yerde olduğuna dair doğruluğundan emin olabiliriz. Hatta, yapboz örneğimizde ortadaki ve çevredeki bu parçaları birer nöron (sinir hücresi) ve anılan özelliklerle birbirlerine bağlı olmasını da nöronlar arası bilgi transferi olarak düşünebiliriz. Buna göre, bizi hataya götürecek etkenler olarak, eksik bilgiye rağmen diğer bilgilerin birbiri ile uyum sağlaması, hatta zaman zaman düşünülen modele ait olmayan ancak modele uyum sağlayan bilgilerin bile tuzağına düşebiliriz. Bir benzetme yapacak olursak, her bir nöron, düşüncenin tamamına ait bilgiye (yapbozda, resmin tamamına ait bilgi) sahip olamadığı için, sadece ve sadece kendi bilgi kapasitesi çerçevesindeki bilgileri doğru olarak ilişkilendirebilir. Bu ilişkilendirme kapasitesi, diğer nöronlarla olan iletişimi çerçevesinde artar. Bağ kurduğu diğer nöronlardaki bilgilerden haberdar olarak, kendi bağlantılarının doğruluğunu test eder. Bu anlamda, nöronlarımız arasındaki bağlanma sayısı ne kadar çoksa, doğru düşünceye ulaşma şansımız daha fazla olacaktır. Ola ki, Dünya’nın düz olduğuna inanıldığı zamanlarda, o kişiyi alıp, uzay geminize koyup Dünya’dan uzaklaşmaya başlayıp da Dünya’nın küre olduğu ortaya çıkınca (resmin bütününü görmek), kişinin o zamana kadar olan gözlem ve model kurmasındaki aldanması ortaya çıkacak ve eski bilgisini değiştirmeye başlayacaktır. (Düşüncesini değiştirip değiştirmeyeceği, kişinin ne derece dogmatik bilgilerle bezendiği konusuyla da ilgili olacaktır. Belki o kişi için sihir yapan, göz boyayan biri olarak da görülebilirsiniz. Belki de sizi Tanrı olarak görür. Kim bilir?)

Nasıl ki o zamanlar, dünyanın düz olduğuna dair inanca sahip olanların büyük bir çoğunluğu oluşturması bir tesadüf değilse, zamanımızda, dünyanın yuvarlak olduğuna dair inanca sahip insanların çok olması da bir tesadüf değildir. Günümüzde, dünyanın yuvarlak olduğuna dair inançtaki insanlar çoktur. Bu çokluk, onların doğruyu bildiklerinden dolayı değildir. Çünkü daha küçükken, ilkokulda hatta anaokulunda bu kavram (buna kavram denemez, dogmatik öğreti demek daha doğru olur) bize, büyüklerimiz tarafından öğretilmektedir. Bizler, bu inançla büyütülürüz. Dolayısıyla, dünyanın yuvarlaklığı ile uygun olan ilave bilgiler bize çelişki olarak gelmez. Dünyanın düz olduğuna dair bilginin olduğu zamanlardaki insanların akıl yürütme kapasitelerinin bugünkünden daha az olduğunu söyleyemeyiz. Eğer bugünkü çocuklar, o zamanki çocuklardan daha iyi akıl yürütüyor şeklinde bir iddiamız varsa, bu, çağımızdaki çocukların daha akıllı olduğundan çok, teknolojik donanımın sunduğu ve beyne hitap eden birçok kolaylaştırıcı cihazın hayatımıza girmiş olmasıdır. Hayali olabilecek bir varsayımı şu şekilde yapabiliriz.. İzole edilmiş bir bölgeye bir grup çocuğu bırakalım. Bunları besleyelim çağdaş dünyaya ait her ne varsa bu bilgileri onlara aktarmayalım. Hatta eski insanların “dünya düzdür” şeklindeki inancını bile aktarmayalım. Zamanla çocuklar çevrelerini gözleyerek büyüsünler. Çevrelerini gözledikleri ve elde ettikleri bilgileri öyle bir birleştirecekler ve sınıflayacaklardır, hatta aralarından bilgin ve felsefeciler çıkacaktır ki (Dünya’nın düz olduğuna dair inancın olduğu antik çağ bilginlerinin olduğunu unutmayalım) siz onlara, hiçbir belge ve araç (Dünya’nın uzaydan çekilmiş resim vb.) göstermediğiniz müddetçe Dünya’nın düz olduğuna dair inanç zihinlerine yerleşecektir. Çünkü, Dünya’nın eğriliği, gözle kolay algılanmayacak kadar azdır. Kaldı ki, bu büyüyen kişilere, Dünya’nın diğer tarafındaki insanların aşağıya düşmediğini nasıl anlatırsınız? (Çağdaş bir bilgi aktarılmadığını varsayıyoruz) Çünkü yanlış bilgi, var olan dar bilgi ile ilişkilendirilmiş, merak giderilmiş ve Dünya’nın düzlüğü konusunda inanç yaratılmıştır artık. Bir daha dönüp dönüp sorgulamayacaklardır. Buradaki temel felsefe, “gördüğüme inanırım” düşüncesidir. Çünkü, çağımıza ait bilimsel sorgulama sistemleri ve buna kolaylık sağlayan cihaz ve birçok tarihsel deneylerden yoksundurlar. Ayrıca birbirleri ile çelişkili gibi görünse de, baskın inanç, diğer doğruyu görmezden gelecektir. Çünkü, bir kişinin ufka bakıp da, Dünya’ya ait eğriliği gördüğünde, bu gözlem sonucu ortaya çıkacak “Dünya yuvarlaktır” inancı, “eğer Dünya yuvarlak olsaydı diğer taraftaki insanlar düşerdi” şeklindeki, baskın inancın karşısında zayıf kalacaktı. Kaldı ki, düşme ile Dünya’nın merkezine çekilme, günümüzde bizim için aynı şeyler olduğunu bildiğimiz anlamlı ve basit iki kavram olarak gelirken, yerçekiminin bilinmediği bir zamanda bunu anlatmak mümkün değildi. Ve yine kaldı ki, yerçekiminin ne olduğunu bugün hala bilmiyoruz. Afrika’nın batı sahillerinde yaşayan ve Dünya’nın düz olduğunu düşünen bir kişiyi ele alalım. Bu kişiye göre Güneş, kara (Afrika tarafı) istikametinden doğmakta olup, okyanus üzerinde batmaktadır. Bu kişi için, Dünya’nın düz oluşu, zihnine öyle bir yerleşmiştir ki, çok uzaklardan ve karaların (dağların) içinden doğar gibi görünen Güneş, akşam olduğunda da, okyanusun içine batarak sönmektedir. Ancak, nasıl olup da, akşam, okyanusun içine batan ve suların söndürmüş olması gereken bir Güneş, ertesi gün tekrar aynı parlaklık ve sıcaklıkta doğabilmektedir. Zihninde bir çözüm bulup merakını gidermeli ve rahatlamalıdır. Bu gözlemini, ya gizem içeren atıflarda bulunarak tanrı veya tanrılarla ya da benzetme yolu ile etrafında gördükleri ile ilişkilendirecektir. Sözgelimi, Güneşin, okyanus üzerinde batışını ve batarken de ışık ve sıcaklığını kaybetmesini, yanan bir dal parçasının, suya sokulduğunda sönmesini referans alacak; karanın içinden doğmasını da, yanardağların karalardan püskürmesi benzetmesini yapacak, yani, Güneş’in doğarken, sıcaklık ve parlaklık gücünü, üzerinde bulunduğu ve düz olduğuna inandığı karanın içindeki ateşten aldığını düşünecektir. Ve bu düşünce, o zamanki bilgiler için son derece makuldür. Çünkü bu düşünce, evveli düşüncelerini bir uyumu sonucu ortaya çıkmıştır. Peki, nasıl olur da bu zihin, Güneş’in doğuşu ve batışı için bunca benzetmeye ve gizemli duygulara ihtiyaç duyması yerine, yaşadığı ortamın bir küre olduğunu düşünmemektedir. Böylece, en azından Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü düşüncesine erişemese bile, Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğünü düşünecek, Güneş batarken okyanusta sönmesi ve doğarken de volkanlardan tekrar güç alması modeline ihtiyaç duymayacaktır. Bu mümkün görünmemektedir. Çünkü, üzerinde yaşadığı kara parçasının, kendi gözlem imkanlarına göre, düz olduğuna dair o kadar çok kanıtı vardır ki (ovalar, okyanusun yüzeyinin yatay oluşu, kaptaki suyun dökülmeden durması ve havayla temas eden kısmının yatay oluşu, her gün gezindiği toprağın düz oluşu, ufkun düz oluşu vb.) bunca kanıtı, sadece istisna bir veya bir kaç olayın (Güneş’in doğuşu, batışı) bozması mümkün görünmemektedir. Bu çelişkiler, kanıtların çok olduğu düşünceler lehine çözülmelidir. O halde Güneş’in, Ay’ın doğuşu, batışı gibi olaylar, olsa olsa o kişinin bildikleri ile açıklanabilmesi daha kolay ve akla yakındır. Burada sorulacak soru, “peki o zaman biz, Dünya’nın küre (daha doğrusu geoid) olduğunu nasıl biliyoruz?” olabilir. Biliyoruz çünkü, insanlığın kendini bildiği andan itibaren geliştirdiği araç, yeni düşünme ve araştırma yöntemleri, elde edilen yeni bilgilerle var olanları karşılaştırması sonucu bugüne geldik. Bunu, yapbozda, o zamana kadar doğru yerde olduğunu düşündüğümüz ve diğer parçalarla ilişkisi uyumlu olan parçanın, elimizdeki başka bir parçayı (bilgiyi) resmin bu kısmını tamamlamak üzere eklemeye çalışırken, eski parçanın doğru yerde olmadığını görüp yenisiyle değiştirmek olarak düşünebiliriz. Ve bu kolay olmadı. Peki, deneyimizdeki izole edilmiş topluluk, bizim bugünkü gerçeğimize varabilir mi? Bunun için bir tahminde bulunmak zor. Sadece ama bir ihtimal varabilir diyebiliriz. Çünkü, yaşadıkları coğrafya, sosyal yapısı, avcı toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmek, su basan ekin alanlarının tekrar belirlenmesi için matematik kullanılması (Nil Deltası) vb binlerce neden, bizim bugünkü bilgilerimize ulaşmasını etkileyecektir. Çünkü, Maya Medeniyeti, Mısır Medeniyeti gibi takvimlerini o zamandan hazırlayan medeniyetlere karşılık, hala, bir topluluk olarak yaşayan ilkel kabilelerin kendi başlarına, bugün bizim sahip olduğumuz bilgilere niçin sahip olamadıklarını da sormak gerekir. Bununla ilgili güzel bir kaynak, Jared Diamond’un Tüfek Mikrop ve Çelik isimli kitabıdır. Sözgelimi, “Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de, Amerikalı Kızılderililer, Avrupa’yı keşfetmedi?” ve benzeri birçok sorulara cevap aramaktadır.

Şu halde tekrar edecek olursak, ,bilgileri birbirleri ile ilişkilendirirken, her iki bilginin doğru olduğunu varsaymaktan önce zihin, bu iki bilginin bir biri ile uyumlu olup olmadığına bakar. Aynen, yapbozda, birbirinin girinti ve çıkıntılarına, hatta üstündeki desenlerine kadar birbirine uyan iki parçanın, aslında, birbiri için doğru iki parça olmadığı örneğindeki gibi. Eğer iki bilgi birbirine uyumlu ise, zihin için o iki bilginin ikisi de doğru olup (doğru olduğunu zannedip), bu iki bilgiden yapılan yeni çıkarım da doğru olacaktır. (Doğru olduğunu zannedecektir.) Daha doğru ifade etmek gerekirse, beynimize yeni giren bir bilgi, beynimizdekilerle uyum içinde ise, bize göre o bilgi doğrudur. (Doğru olmayabilir de). Veya mevcut iki bilgi, birbiri ile uyumlu ise, bu iki bilgiyi doğru kabul ederiz.

İki ayrı bilginin, bir biri ile uyumunu göstermek için şu örneği irdeleyelim. Bilindiği üzere Ay, Dünya’nın etrafında bir yörüngede dolanmaktadır. Ve yine bilindiği üzere Ay’ın, dolunaydan, hilale kadar birden fazla safhası vardır. Ay’ın belirlediğimiz bir safhasından, aynı safha görünene (diyelim ki dolunay safhasından, tekrar dolunay safhasına veya hilal safhasından tekrar hilal safhasına) kadar geçen süre 29 gün, 12 saat, 44 dakika ve 2,78 saniye; yani kısaca söylersek 29,53 gündür. Şimdi bu bilgiyi verdikten sonra sorumuzu soralım. Sorumuz şu: Ay’ın, Dünya etrafındaki bir tam dönüşü kaç gündür? Böyle bir soru, garip görünebilir. Çünkü bu sorunun cevabı, bir evvelki bilgi ile aynı şey olduğu yani 29,53 gün olarak düşünülecektir. Ama öyle değil. Çünkü, Ay’ın, Dünya etrafındaki bir tam dönüşü 27 gün, 7 saat, 43 dakika ve 11,47 saniye veya kısaca 27,32 gündür. Çünkü, ilgilenen kişi görecektir ki, Ay’ın aynı safhasının tekrar görünmesi ile Ay’ın bir tam dönüşü için geçen zaman farklı şeylerdir. Buradaki zihinsel yanılsama, aslında evvelki bilgilerimizden kaynaklanmaktadır. Çünkü, zihnimizdeki eski bir bilgi bize şöyle demektedir. Eğer bir şey, var olduğu safhadan başlayıp, başka safhalardan geçip ve en sonunda başladığı safhaya geliyorsa, bizler, yapılan işlemlerin tam bir döngü, tam bir periyot, tam bir devir yaptığını düşünürüz. Sözgelimi, saatin yelkovanı, 12 sayısının üzerinden başlayıp, tekrar 12 sayısının üzerine geliyorsa, tam bir devir yapmıştır. Benzer şekilde, ilkbahardan sonra, mevsimler sırası ile geçip, tekrar ilkbahar geldiği zaman mevsimlere ait döngünün tamamlandığını, bir tam devir yaptığını düşünürüz. Dolayısıyla, bu bilgi kanıksandıktan sonra, zihin benzer bütün olayları bu bazda değerlendirir. 

ANALOJİ HER ZAMAN DOĞRU DEĞİLDİR

Bu konuya bir deneyle devam edelim. 

Bir metre boyunda (boyunun ne olduğu o kadar önemli değil), camdan yapılmış (içini görmemiz için) ağzı yukarıda, dibinde küçük bir delik olan iki adet boru (cam tüp) alalım. Bu iki cam tüpü, altlarındaki delikler vasıtasıyla bir lastik boru ile birleştirelim. Lastik borunun amacı, cam tüplerden birine yukarıdan ( tüpün ağzından içeriye ) dökülen suyun, diğer tüpe geçmesini sağlamaktır. Şimdi, iki tüpü dik vaziyette ve tüplerin ağızları aynı seviyede olacak şekilde tutalım. İki tüp arasındaki lastik boruyu da elimizle sıkalım ki, cam tüplerden birine konan su, diğer tüpe gitmesin. Böylece, tüpün sadece bir tanesini ağzına kadar su ile dolduralım. Sonra, parmağımızla bastırıp, suyun geçmesini önlediğimiz borunun üzerinden parmağımızı kaldıralım. Su, bir tüpten boş olanına doğru akmaya başlar. Bir iki salınımdan sonra, her iki tüpteki su, eşit seviyede olacak şekilde durur. Bu bilginin bir ortaöğretim bilgisi olduğunu ve bunun da bileşik kaplar deneyi olduğunu biliriz. 

Şimdi de bu deneyi özdeş olan iki balonla yapalım. Balonlardan bir tanesini, varsayalım ki, şişebilecek miktarın yarısından biraz fazla şişirelim. Yani balon, içine 6 litre hava üflediğimizde patlıyorsa, biz 4 litre hava üfleyip, balonun ağzını, hava kaçmayacak şekilde tutalım. Sonra, özdeş olan diğer balonu alalım ve bu balonun içine de 2 litre hava üfleyelim. Yani, diğer balona göre daha az şişirmiş olalım. Şimdi de, bu iki balonu, ağızlarından bir boru vasıtasıyla bir birleri ile irtibatlandıralım. Böylece, aradaki boru vasıtasıyla, balonlar arasında hava akımı olacak, yani bir balondaki havanın diğerine geçmesi sağlanacaktır. Şimdi burada soracağımız soru, balonlar arasındaki hava birbirlerine geçtikten, her iki balondaki hava basıncı dengeye ulaştıktan sonra balonların son durumunun ne olacağıdır. İşte doğanın cilvesi burada başlıyor. Nasıl ki, yukarıdaki cam tüplerdeki suyun tüplerde eşit seviyede olacak şekilde her bir tüpte eşit miktarda su olacağını düşünüyorsak, balonlardaki havanın da birbirlerine geçiş yaparak, her bir balonda eşit miktarda hava olacağını yani balonların eşit miktarda şişkin olacağını söylerdik. Ama öyle değil. Ya nasıl? Balonlar, yapı olarak özdeş oldukları halde, az şişik balondaki havanın bir miktarı, daha fazla şişik olan balonun içine geçerek, daha fazla şişik olan balonu daha da şişirir. Sonuç olarak, başlangıçtaki durumla mukayese edildiğinde, Şişik balonun daha da şiştiğini, daha az şişik olan balonun da daha da az şişik hale geldiğini görürüz. 

Görülüyor ki, cam tüplerle yapılan deneyden edindiğimiz bilgilere bakarak, balonlarla yapılan deneyde de, sanki cam tüplerle yapılana benzer argümanlar çalışacak ve sonuçta beklediğimizden bambaşka bir durum ile karşılaşıyoruz. Çünkü, her iki deneyde farklı parametreler deneyi etkilemektedir. 

Buna göre, eğer sadece cam tüp deneyindeki bilgileri ve parametre benzerliklerini kullandığımızı ve daha sonra çift balon deneyini yapmaya karar verdiğimizi ama deney öncesi (apriori), balonların birbirlerine hava transferi yaptıktan sonra son durumunun ne olacağına karar vermek üzere masa başına oturduğumuzu düşünelim. Acaba kaçımız deneyin yukarıdaki gibi sonuçlanacağını düşünürüz? Ta ki, başkalarının görmediği parametreleri ve değişkenleri de görebilen bir kişi, deneyin sonucunun ne olabileceğine vakıf olana kadar. Bu kişi de, diğerlerine deney sonucunun ne olabileceğini söylediğinde, diğer kişilerin deney sonucunu doğru tahmin eden bu kişi için “ne saçmalıyor bu böyle?” dediğini sizler de duyar gibisiniz, değil mi? 

Balon deneyini aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.


Hele bir de, bu yanlış ilişkilendirilmiş bilgilerin üzerine, uyumlu (fakat doğru olmayan) başka bilgiler de eklenirse vay bizim halimize. Bu saatten sonra, başkası gelip de bizim bu düşüncelerimizin doğru olmadığını değiştirene kadar canı çıkacaktır. Benzetme yaparsak, gömlek düğmelerinden biri yanlış iliklendiği zaman diğerlerinin de yanlış iliklenmesine neden olacaktır. Gömleğimizi yanlış iliklediğimizi, ancak, son düğmeyi iliklediğimiz zaman fark ederiz. Bazen fark etmeyiz bile, birileri uyarırsa yanlışlığı görürüz. Hele bir de, gömleğimizin bin adet düğmeden oluşan uzun bir gömlek olduğunu hayal edersek, yanlışlığı, ancak ve ancak en son düğmeyi iliklediğimiz zaman fark edeceksek ve gömleğimizin bin adet düğmesinin tamamını değil de, üç yüz adedini iliklemenin bizim için yeterli olduğunu, gömleğin geri kalan kısmını da, pantolonun veya eteğin içine soktuğumda kimse görmez hesabını yaparsak, bu yanlışlıkla günümüz (ömrümüz) geçecektir. Başka deyişle, edindiğimiz bilgiyi, sorgulamaktan vazgeçersek, zihnimizdeki inanışlar da yanlış olacaktır. İşin ilginç tarafı, zihnin bu kısa kestirimleri, bizim faydamız içindir. Muhtemel ki, eski zamanlarda, zihnimiz, hangi doğru bilgileri birleştirelim, kaçalım mı, saklanalım mı diye düşünürken, bir aslan tarafından avlanır, ona yem olurduk. Evet, bu kısa kestirme bağlantılar, aslında bizi (doğru veya yanlış) karar verip hayatta kalmamızı sağlamak içindir. Eh tabii ki, önyargılarımızın nasıl olup ortaya çıktığının ufak da olsa ip uçlarını burada vermiş oluyoruz. Bu paragrafın son cümlesi olarak diyebiliriz ki; birbiri ile ilişkilendirilmiş ve uyumlu olan her bilgi, birbiri için doğru bilgi değildir, ancak bir biri ile doğru ilişkilendirilmiş her bilgi, birbiri ile uyumludur. Tabii ki bu tanım, beynimiz için geçerlidir. Çünkü doğanın kendisi için çelişki, uyumsuzluk, doğru olmayan ilişkilendirme gibi kavramlardan söz edemeyiz. Çünkü doğa (evren) bizim için yegane referanstır.

Tekrar konumuza gelip, Dünya’nın düz olduğuna inanılan zaman için düşünürsek, bu anlamdaki yanlış bilgileri (onlar için doğru) kendi çocuklarına aktaracak, böylece, o zaman için, dünyanın düz olduğuna inananların sayısı çoğalacaktır. Dolayısıyla, günümüzde Dünya’nın yuvarlak olduğuna dair bilgiye sahip çocukların da sayısının çok olması, doğru bilgiye sahip oldukları için değil, büyüklerin, onlara bu bilgiyi aktarmasından kaynaklanıyor. Ama bize aktarılan bu bilgileri teknik bazda anlayana kadar bunlar bizim inançlarımız, dogmalarımız olacaktır. Dolayısıyla, yukarıda ifade edildiği gibi, gerek eskiden gerekse günümüzde kendi doğrularına inandığı bilgiye sahip bu kadar kişinin olması tesadüf değildir. Bunun da, bilginin doğru veya yanlışlığı ile bir ilgisi yoktur. Merak konusundan epey uzaklaşmış gibi görünürken aslında anlatmaya çalıştığımız kavram olarak diyebiliriz ki: Doğru olmayan bilgi de bizleri meraklandırır.

Görülüyor ki, merakın giderilmesi için, ilişkilendirilecek her bilginin doğru olması gerekmiyor. Küçük çocuklarda da merak kavramı (artık buna motivasyonel faktör diyebiliriz) olduğunu düşünürsek, onların bilgi dağarcıkları az olduğu için, bir anlamda bu bilgi dağarcığına uyan her bilgi (yalan bile olsa) onların merakını giderecektir. Zaten, çocukken masallara inanmamız da, dünyaya ait gerçekleri henüz bilmiyor olmamızdan kaynaklanmıyor mu?

MERAKIN GİDERİLMESİ, BİLGİNİN DEĞERSİZLEŞMESİ
Biliriz ki, merak ettiğimiz bir şeye ait bilgiye sahipsek, bir başka deyişle merak ettiğimiz şey, bizim için artık merak unsuru değilse, o şeyle ilgili merakımız giderilmişse, o bilgi, bilginin önemine göre bize belli bir süre haz verebilir ve biz ona yaklaşırız veya o bilgi bizi tedirgin etmişse, ondan uzaklaşır böylece belli bir süre sonra tedirginlik geçer. Nihayetinde ister haz mekanizması, ister kaygı mekanizmasını çalıştırsın, merak sonucu elde edilen bilgi, istenilen/aranılan (doğru veya yanlış) bilgi ise, bir müddet sonra o bilgi değersizleşir. Zaten onun içindir ki, kutsal şeylere ait kavramların değersizleşmesinden korkulduğu için, her defasında daha öte kavramlar atfederiz. Ve keza, kendimizi, başkalarına göre değerli kılmanın bir yolu da, kendimizle ilgili tüm bilgileri paylaşmayıp, bazı düşüncelerimiz ile giz ortamı (meraklandırma) yaratmayı severiz.

Merak sonucunda elde edilen yeni bilgi, aklımızın da eşlik ettiği ve sebep sonuç ilişkilerini zihnimizde tamamladıkça bu bilgi değersizleşir. Diğer bir ifade ile, bu bilgiye ait merak unsuru ortadan kalkar. Bilginin değersizleşmesi ile ifade edilmek istenen şey, o bilginin kullanışsız olması demek değildir. Aksine o bilginin sunacağı imkânları, düşündüğümüzden daha fazla fayda sağlıyor olabilir. Ancak, merakın sebep olduğu değer sönümlenmiştir. Hayatımızdaki rutinin bir parçası olmuştur. Aklımıza daha fazla getirmeyiz. Bazen gözümüzün önünde de olsa görmeyiz.

BİLİNEN, MERAK EDİLEBİLİR Mİ?
Bilinen ve üzerinde bir şüphenin olmadığı bir bilgi, merak konusu olabilir mi? Yeni gelen bilgi, ilişkilendirilmiş bilgilerin, birbirleri ile olan çelişkilerini göstermeye başladığında, eski bilgiler, bu ilişkilerinin uyumluluklarını sorgularlar ve yeni bilgiyi referans alarak, yeniden ilişkilendirilme ve sınıflandırılma ihtiyacı doğar. Örnek olarak, tarih kitaplarımızdan oluşan kütüphane raflarındaki kitapların hepsinin aynı boyda olduğunu düşünelim. Yeni aldığımız kitap, bu standart boyda değil ve daha büyükse, o rafa uymadığı için, bu defa o yeni kitabı yan yatırmak durumunda kalırız. Sonradan aldığımız kitapların boyu büyük ise ve sayısı arttıkça, önce bizi yeni kitapları yan yatırmaya, diğer standart boydaki kitapları da benzer şekilde, büyük kitapların üzerine yan yatırmaya itebilir. Hatta öyle bir zaman gelir ki, tüm tarih kitaplarını, büyük kitaba göre ayarlanmış daha büyük raflara taşıma ihtiyacı doğar. Buna güzel bir örneği, yerleşik ve sarsılmaz bir bilgi olarak görülen Newton mekaniğinin, yeni bir bilginin ithal edilmesiyle sorgulanmasını gösterebiliriz. Bu yeni bilgi, Işık hızının değişmezliğidir.

Bunu karikatürize ederek şu şekilde açıklayalım. Oturduğumuz yerden bir deneyi izliyor olalım. Deney şu şekilde. Bir kişinin, durduğu yerden, elindeki taşı saniyede 10 metre hızla ileriye attığını düşünelim. Bize, taşın hızı nedir diye sorulduğunda, elbette ki saniyede 10 metre olduğunu söyleriz. Daha sonra, aynı kişinin, saniyede 5 metre hızla giden bir bisiklete bindiğini, hareket halindeki bisiklet üzerinden, aynı taşı ileriye doğru, saniyede 10 metre hızla attığını düşünelim. Bu durumda taşın son hızının ne olduğu bize sorulduğunda, bisikletin hızı olan saniyede 5 metre ile, taşın, bisikleti kullananın elinden çıktığı hız olan saniyede 10 metrenin toplamı olduğunu, yani son hızının saniyede 15 metre olduğunu söyleriz. Şimdi bu deneye ışık hızını dahil edelim. Deneyi basitleştirmek için ışık yerine yine taşımızı kullanalım. Yine kişinin, ayakta durduğu yerden, elindeki taşı ışık hızı ile fırlattığını varsayalım. Bu, saniyede 300.000 km. veya saniyede 300.000.000 metre yol alıyor demektir. Buraya kadar bir gariplik yok. Bu defa da, kişi, saniyede 5 metre hızla giden bir bisikletin üzerinde iken, elindeki taşı ışık hızı ile fırlattığında, taşın son hızının ne olduğu bize sorulsun. Biz, bir evvelki mantığımızı yürüterek, bisikletin hızı ile taşın hızının (ışık hızı) toplamı olmasını beklerken öyle olmadığı görürüz. Sanki bisikletin hızı hiç yokmuş gibi taşın hızının yine, saniyede 300.000.000 metre olduğu dikkatimizi çeker. Bisikletin saniyedeki 5 metrelik hızı nasıl olmuştu da ışık hızına eklenmemişti? Hatta, bisikletin hızını ne kadar arttırırsam arttırayım, bisikletin hızı, taşın hızı olan ışık hızına ilave olmamaktaydı. İşte, bu yeni bilgi, 350 yıl evvel Newton tarafından ortaya konan prensibi, yeniden sınıflandırılmak üzere raflarından indirdi. Bu da, Einstein’ın merak mekanizmasını çalıştırmıştı. Artık, bu konuda bilinen tüm bilgiler yeniden sınıflanmaya ihtiyaç duymaktaydı.

Işık hızının bu değişmez özelliği, Albert Michelson ve Edward Morley tarafından, uzayı kapladığına inanılan ve esir (ether) denen bir maddenin varlığı ispat edilmeye çalışırken 1887 yılında yaptıkları deney sonucunda, tesadüfen bulundu. Einstein bu kavramı dikkate alarak, 1905 yılında Özel İzafiyet teorisini ortaya koydu. Peki nasıl oluyordu da, ışık hızının bu özelliğinin bulunduğu 1887′den itibaren bir kişi hariç hiç kimse 18 yıl boyunca bu çelişkiyi fark etmedi? Bunca yıl kişilerin gözü önünde olduğu halde ışığın hızının bu değişmezliği ile bilinenler arasındaki bu çelişkiyi görmek bir kişiye nasip oldu. Görülüyor ki, bilinenlerin de merak edilebileceği, doğru olmayan bilgileri de zihnimizin ilişkilendireceği ve kenarından köşesinden dogmatik bilgilerin bizi nasıl egemenliği altına aldığını göstermesi açısından güzel bir örnektir sanırım. Böyle olunca da, yeni bilgi, gözlem ve ölçme araçları ve yeni düşünme sistematikleri dahil olana dek, insanların uzun bir zaman boyunca Dünya’nın düz olduğuna inanmalarına şaşmamak hatta makul karşılamamız gerekir.  Kaldı ki, bizler de o zamanda yaşasaydık, biz de onlar gibi düşünürdük.

BİLMEDİĞİMİZİN FARKINDA OLMAK
Bir yerde “merak, bilmediğimizin farkında olmaktır” diye bir ifade okumuştum. İlk etapta çok doğru bir tanım gibi geliyor. Ama pek de öyle değil. Bunu da, “bugün, canım ders çalışmak istemiyor” cümlesine benzer şekilde irdelemeye çalışalım. Eğer bu tanımı doğru olarak kabul edersek, merakın, irade dâhilinde bir kavram olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü, “merak, bilmediğimizin farkında olmak” ifadesi bize, irademiz dâhilinde bir eylemi göstermektedir. Hâlbuki, merakın kendisi motivasyonel bir unsur, bir ateşleyici, bir başlatandır. Merak, kendi içinde irade kavramını barındırmaz. Böyle olunca, “merak, bilmediğimizin farkında olmamızı sağlayan bir unsur” veya “bilmediğimizi fark ettiren şey” demek daha doğru olur. Buradaki ince noktanın, ilk itki, ateşleme sürecinin merak mekanizması tarafından gündeme gelmesi, daha sonraki zamanda ise, irdeleme, akıl yürütme, usa vurma her ne isim verilirse verilsin akıl ile ilgili süreçte beraber görev almanın ince ayırtını günlük hayatın içinde fark edemiyor olmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Belki de farkındalık denen kavram buraya yakışan bir anlam için üretilmiş bir kelime olabilir.

Deneyimlerimiz, merakımızı bir devinim halinde tutabilir mi? Evet tutabilir. Her yeni bilgi, mevcut bilgilerimiz arasındaki çelişkiyi, gösterdikçe, zihnimizin raflarındaki bilgilerin tozunu alıp, tekrar ilişkilendirmek üzere, süreci akıl unsuruna emanet etmek (ve ona eşlik etmek) üzere merak unsurunu devinim halinde tutabilir. Yeni meraklara yol açabilir. Açabilir diyoruz, çünkü dogma haline gelmiş bilgiler, kişi tarafından sorgulanmaz şekilde sahiplenilmiş ise, her yeni gelen bilgi bu kişinin zihninde yeniden ilişkilendirilmez. Ancak bunu söylerken, daha çok yerleşik ve değişmez olarak kanıksanmış bilgileri kastediyoruz. Elbette ki, dogmatik bir düşünceye sahip olsa da bir insanın, “yarın hava nasıl olacak?”, “karşıdan gelen yakışıklı adam kim acaba?” gibi merak unsurları her zaman olacaktır. Buradan da, merak denen unsurun, illa ki bilimsel olmasının gerekmediği tekrar ortaya çıkar.

SON CÜMLELER
Merak, benim iradem dışında bir dış veya iç etkenle ateşlenen ancak daha sonra bu merakı gidermek üzere aklın/zekânın da beraber çalıştığı bir süreçtir. Mesele şu ki, akıl, zekâ gibi şeylerin üretimleri muhakkak duygusal bir sisteme bir haz mekanizmasına bağlı olmalıdır. Neden mi? Şöyle düşünelim, diyelim ki, kaybettiğiniz ve akıbetini merak ettiğiniz kaleminizi bir gün bir çekmecede buldunuz. O an ne hissederdiniz? Sevinç mi, mutluluk mu? Yine varsayalım ki, yeni taşınan komşunuzun bazı halleri sizi tedirgin diyor, ne iş yaptığını, iyi biri mi olduğunu merak ediyorsunuz. Ve bir gün dünya tatlısı bir insan olduğunu öğrendiniz. Ne hissederdiniz? O tedirginliğin kalkması, bir rahatlama, kendinizi daha bir güven de hissetme ve hatta sosyal ilişkinizin zenginlemesinden dolayı bir memnuniyet, öyle değil mi? Veya tam tersini düşünelim. Komşunuzun birkaç karanlık adamla ilişki de olduğuna şahit oldunuz. Ne hissederdiniz? Kendinizi daha fazla tedirgin, o kişiye karşı daha dikkatli olmak, kendinizi güven altında tutmak için bazı ilave sakınma davranışlarına girmez miydiniz? Hatta bir havuz problemi çözdüğünüzü varsayalım. Diyelim ki problemi çözdünüz. Çözüm karşınızda, kâğıt üzerinde duruyor. Siz ona, o size bakıyor. Sonra ne olacak? Ne için çözdünüz onu? Çözdünüz de ne oldu? Şu oldu ki, siz, eğer bu problemi çözebiliyorsanız, üniversiteye girebilmek için bir adım daha gittiniz, kendinize olan güveniniz arttı, mutlu oldunuz ve hatta bir sonraki problemi çözmek için sizi heyecanlandırdı. Peki, durduk yerde bir havuz problemini merakınızdan çözmek gibi bir durum olmaz mı hiç? Elbette ki olur. Peki, böyle bir durumda, havuz problemini çözdüğünüzde, çözüm ne işinize yarayacak ki diye sorulabilir. O zaman cevap verelim. Şu işe yarayacaktır. Havuz problemini çözdüğünüzde “vay be, kafam hala çalışıyor, ben neymişim!” diyecek, kendinizi motive edeceksiniz. Havuz problemini çözdüğünüzde kimseyle paylaşmasanız da, kendinize özgüveniniz artacaktır.

Özetle şunu söyleyebiliriz ki, merakımızı giderdiğimiz ve aklın, zekânın, akıl yürütmenin, usa vurmanın, muhakeme etmenin vb. nihayetinde ne isim verirsek verelim, sürecin son halkası duygularımız, haz mekanizmamızdır. Merak; evrimsel sürecin yeni icatlar yapmak üzere bize (beynimize) sunduğu bir ödül değildir. Merak; henüz aklın (ön beyin/prefrontal korteks) devreye girmediği yüzbinlerce yıl evvelinden başlayarak, insanoğlunun içinde bulunduğu ortamın kendi varlığı için tehdit oluşturup oluşturmadığını içgüdüsel olarak analizini yapmaya yönelik bir mekanizmadır.

Peki, siz neleri merak ediyorsunuz?

Erol


Beynimiz ve Biz yazı serisinin Neden Merak Ederiz? adlı bölümü biraz uzun olduğu için konunun özünü oluşturan üç ayrı parça halinde yayınlanacaktır. Neden Merak Ederiz? adlı makalenin tamamını PDF olarak indirip okumak isterseniz bu linke tıklayınız.

Neden Merak Ederiz? adlı makalenin yayınlanan ilk bölümünü okumak için burayı tıklayın.

MERAK NEDEN VARDIR?
Şimdi aşağıdaki türden bazı soruları soralım:
  • Uzaylı diye bir şey var mıdır?
  • Gelecek yüzyılda dünyada neler olacak?
  • İnsanın ışınlanması mümkün olabilecek mi?
  • Anahtarımı nereye koydum?
  • Karşıdan gelen adamın adı nedir?
  • Evde akşam için ne yemek var?
  • Nasılsın?
Şimdi de şunu soralım. Yukarıdaki soru cümlelerinden hangisi merak kavramı ile ilgilidir?
Cevap, “hepsi” olacaktır. Yolda giderken, karşımızdan bize doğru gelen kişinin sağlığı, ruh hali bir nebze de olsa bizi ilgilendiriyorsa (yani laf olsun diye sormayacaksak) o tanıdığımıza “nasılsın?” diye sormak bile merak mekanizmasıyla ilgilidir. Bazen karşımızdakine konuşma esnasında “sen nerelisin?” diye sorarız. Kişinin nereli olduğuna bakarak (empati belki de duruma göre sempati), kalıp yargılarımız (sterotip) devreye girecek, akıl yürütmelerimiz başlayacak, kişiye daha sağlıklı bilgiler vereceğimize inanacağız (yardım etme duygusu. Özgecilik, altruizm.) Belki de nereli olduğu bilgisine bağlı olarak düşüncelerimizdeki tahminlerimizin o taraflı bir kişiyle ne derece örtüşeceğini görecek ve kendimize dönüp, “ne kadar da doğru biliyormuşum, bravo bana” diyeceğiz. (Kendimizi yüceltme duygusu/süblimasyon). Belki de o kişinin nereli olduğunu öğrendiğimizde, yine kalıp yargılarımıza bağlı olarak, kendimizi tehdit altında hissedecek, o kişi ile daha fazla oyalanmadan oradan uzaklaşacağız (güvende hissetme duygusu). Yoksa kişinin “nereli” olduğu bizi bu kadar neden ilgilendirsin ki? Adam ne soruyorsa, ona göre cevap verir ve oradan uzaklaşırdık. Anlatmak istediğimiz, merak duygusu, bizi güvende tutmak, huzurlu olmamızı, beklentiden kurtarmak gibi ve akıl sürecinin de devreye girdiği ama sonunda tekrar duygusal bir mekanizma ile ilişkilendirilen bir ateşleyici, bir itki, bir motivasyon unsuru olduğudur. Merakın kendisi irade değildir. İrade, akıl yürütme, bu ateşlemeden, itkiden sonra devreye girmektedir.

MERAKIN SAFHALARI
Merak ile ilgili olarak şu süreçten bahsedebiliriz:

1. Kuluçka safhası/eşik değer: Beynimizdeki sınıflandırılmamış/ilişkilendirilmemiş bir bilgiye ait gerek elektrik, gerekse kimyasal süreçler öyle bir eşik değeri aşar ki, bilincimizi tetikler, bizi motive eder, harekete geçirir. Böyle bir eşik değer olmasaydı, zihnimizde, sınıflanmamış her bilgi bizi merak ettirirdi. Zihnimizi karmaşaya iterdi, günlük hayatımızda bizi huzursuz kılabilirdi. Belki de, takıntılı olmak, bu mekanizmanın fonksiyonundaki bir sıkıntıdan ileri gelebiliyor olabilir.


Eşik değer kavramı ile ilgili şu örneği verebiliriz. Bilindiği gibi, kulağımızın, bir sesi duyabilmesi için, o şeyin saniyede 20’den fazla titreşmesi gerekir. Söz gelimi, bir yere sabitlenmiş ve saniyede 15 defa titreşen bir telin havada yarattığı ses dalgasını duyamayız. Duyabilmemiz için saniyedeki titreşim sayısı olan 20 eşik değerini aşmalıdır. Saniyedeki 15 titreşimi duymuyor olmamız, bu titreşimin havada ses dalgası yaratmadığı anlamına gelmez. Kulağımız bunu duyacak kadar hassas değildir. Keza, saniyedeki titreşimi 20 binden fazla olan ses dalgalarını da ortalama bir insan kulağı duyamaz. (Bu frekanstaki sesi de duyan istisna kulakların olması bizi şaşırtmamalıdır. Ancak biz burada ortalama bir kulaktan bahsediyoruz.). Ama kulakları bizden daha hassas olan köpekler, bu sesi duyarlar. Bir başka deyişle, köpeklerin duyduğu ama artık bizim duyabileceğimiz son sınır yani üst eşik değer 20 bindir. Bu örnekle, beynimizdeki bilginin ilişkilendirme, sınıflandırma ihtiyacını hissettirme ile eşik değerlerin (enerjilerin) olabileceğini anlatmak istiyoruz. Eşik değeri aşan bu enerji nereden geliyor diye sorulabilir. Elbette ki bu enerjinin de nihayetinde, beyinin kendi kimyasal reaksiyonlarının ve elektrik akımından sağlandığını, bunun da yediğimiz yiyecekler soluduğumuz hava vesaire temin edildiğini unutmamak gerek.

Bu safhadaki olaylardan bilincin henüz haberi yoktur. Dolayısıyla bu safha, beynimizin, bilgileri sınıflandırma ihtiyacını duyduğu, ancak, merak mekanizması tarafından bilincin henüz tetiklenmediği, bilincin henüz devreye girmediği, merak mekanizmasının yaptıklarından bilincimizin haberdar olmadığı hazırlık safhasıdır. (Belki bu kısım sezgi dediğimiz unsurla da bağlantılı olabilir) Eşik değerin aşılması ile (motivasyon) bilinç bundan haberdar olur.

2. Uyarılma/merak duygusu/bilinç (Araştırma safhası): Eşik değer aşıldığında, artık, merak mekanizmasına bilinç de eşlik etmeye başlar. Nasıl ki “heyecan” çeşitlerinden olan sevinç, üzüntü, tiksinti, öfke, korku gibi duygusal süreçlerde farklı duyguları hissediyorsak, bilincimiz tetiklendiği andan itibaren, merakın kendine has duygusunu hissetmeye başlarız. Ayaklarımızı uzatmış televizyon seyrederken, birden, zihnimizin bizi, uzun zamandır kaybettiğimiz kalemimizi çekmecelerde aratmaya başlatma süreci, eşiğin aşıldığı ve bilincimizin de merak eylemine eşlik ettiği (hangi çekmecelerde arayacağımız) andır. Bu merak duygusu bizi, yarattığı etki kuvvetinde harekete geçirir. Diğer bir ifade ile, her merak duygusunun, bizi etkileme süreci, o bilginin zihinde kendisini sınıflandırma ihtiyacının yarattığı itki enerjisi kadar olacaktır. Bu motivasyonel etki, bizi bilgi toplamaya, araştırmaya iter. Bu safhada, bilinç ile merak aynı anda eşgüdümlü olarak bu sürecin parçasıdırlar. Merak mekanizması, bilinci tetikledikten sonra, görevini bitirmez. Çünkü merak bittiği anda, bilinç de araştırma safhasını, sonuca ulaşmadan yarım bırakır. (Aşağıda açıklanan problem çözme örneği.) Bu safha, bilinç vasıtasıyla, dışarıdan alınan ilave yeni bilgi(ler)in değerlendirmeye katıldığı, ilişkilendirme varyasyonlarının denendiği safhadır. Elbette ki, bu merak giderme safhasına, illaki bilim insanı edası ile bakmak doğru olmaz. Karşı tarafa sorduğumuz, “nasılsın?” sorusu karşılığında aldığımız cevap da merakımızı gidererek merak mekanizmasının bir parçası olacaktır.

3. Merakın sönümlenmesi/Tatmin olma duygusu: Bu safha, merak edilen şeyle ilgili sonuca ulaşıldığı safhadır. Bu safha, merak ile ilgili duygunun sönümlendiği, süreçten ayrıldığı safhadır. Bu safhada bilinç hala devrededir. Elde edilen sonuca göre, bilginin faydaya çevrilmesi, ihtiyacın giderilmesi için karar verme süreci başlar. Faydaya çevirme işlemi, elde edilen sonuçla ilgili olarak, ya o şeye yaklaşılacak veya o şey tehdit unsuru olduğu için o şeyden uzaklaşılacaktır. Bu düşünceden hareketle, bilinçle beraber, amigdala ve nucleus accumbens devrede olmalıdır. Sonuç olarak bu safha, bilinçle beraber, yaklaşma, haz alma veya uzaklaşma, kaçma safhasıdır.

Bu safhada merak duygusu sönümlenmiştir. Çünkü gerekli ilişkilendirme veya sınıflandırma yapılmıştır. Ancak, zihnin bu çabası sonucu ya bir haz alma ya da bir acı çekme safhasına girilecektir. Yani mutlaka bir duygu safhasına bağlanacaktır. En basitinden, karşı tarafa sorulan “nasılsın?” ifadesinden sonra alacağımız cevaba göre memnuniyet veya üzüntü duyabiliriz. (şaşırabiliriz)

Bu safhada, bilinç vasıtasıyla yeni bilgilerin gerekli ilişkilendirme, sınıflandırma işlemi tamamlanmıştır. Veya, yapılan araştırmalarla o bilginin beni merak ettirmeyecek nötr bir bilgi olduğu anlaşılmış, ilişkilendirme, sınıflandırma ihtiyacı kalmamıştır. Diğer bir ifade ile beyinde fazlalıktır. Bu, merak duygusunun sönümlendiği safhadır. Ancak, bu sönümlenme, bilinci ateşleyen merak duygusunun sönümlenmesidir. Bunun anlamı, 3. Safhada elde edilen sonuç, yeni bir merak duygusunun unsuru haline de gelebilir. Böylece, bilinç, yeni bir merak unsurunun tetikleyiciliği ile iş birliğini devam ettirerek, araştırmaya yönelir, nihayetinde yeni bir merak döngüsüne girilebilir. Edindiğimiz her yeni bilginin, bize, merak edilecek yeni ortamlar yaratmasını bu şekilde ifade edebiliriz.
Belki de, sezgilerimiz çerçevesinde gerek amigdala gerekse diğer haz mekanizmalarımız, birinci safhadan itibaren devreye giriyor olabilir.

MERAK OLMASAYDI
Eğer merak mekanizması olmasaydı, soru sormazdık. Hatta daha da ileri giderek, soru denen bir kavramın ne olduğu hakkında bir algımız olmazdı. Eğer soru soruyorsak, daha doğrusu merak mekanizması tarafından sorduruluyorsak (sormak için motive ediliyorsak) bunun nedeni, ifade edildiği gibi, henüz ilişkilendirilmemiş, sınıflandırılmamış bilginin, var olan bilgilerle, kavramlarla ilişkilendirme, sınıflandırma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. (Oksijeni hatırlayalım)

Evet, soru sormak, merak mekanizmasının bir ürünüdür. Soru sordukça ve cevaplarını buldukça merakımıza neden olan belirsizlikler ortadan kalkacak, biz de çevremizde kendimizi tehdit altında olmadan, daha uyum sağlamış olarak günlük yaşamımıza devam edeceğiz. Söz gelimi, karşımızdakine “nasılsın?” diye sorduğumuzu ve karşımızdakinin de hiç cevap vermediğini düşünelim. Neler hissederdik? Aşağılanma mı, tehdit mi, şaşırma mı, belirsizlik mi? Merak duygusu bize başka hangi soruları sordururdu?

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, merak mekanizması, akıl yürütmeyle eşgüdümlü çalışıyor olmalıdır. Yani merak, bize, soru sordurmakla ilgili ateşleyicidir. Hatta şunu iddia etmek mümkündür. İrademiz çerçevesinde akıl yürüttüğümüz bir durumda, merak mekanizması bir an için devre dışı kalsa, akıl yürütme sürecimiz de o an bitecektir. Bir an için havuz problemi çözüyor olduğumuzu düşünelim. Sonuca da beş safhada erişebileceğimizi varsayalım. Kâğıt kalemle çözüm sürecinde, her bir safhayı bitirirken, zihnimiz bir sonraki safhayı merak ediyor olacaktır. (Aksini söyleyebilir miyiz?) Tam bu anda merak mekanizması devre dışı kalsa, o duygu yok olsa, akıl yürütmeyi hala sürdürür müydük, problemi çözme isteğimiz hala olur muydu? Diyelim ki evdeyiz. Beş safhalık bir problem çözüyor olalım. (Problemin kaç safha olduğu önemli değil, önemli olan açıklamamıza kolaylık getirmesi.) Problemin daha üçüncü safhasında iken sonucun ne olduğunu zihnimizden bulduğumuzu varsayalım. Geri kalan safhalara devam eder miydiniz, yoksa sadece sonucu yazıp kalemi bir kenara atar mıydınız?

Merak, canlıları, araştırmaya sevk edip, türün var olması, dölünü devam ettirmesi anlamında, cinsellik, aidiyet, açlık, çevreye uyum sağlama, çevre imkânlarını kendi varlığını devam ettirmek için faydaya çevirmeye yarayan bir içgüdüdür.

Peki, karşı tarafa sorduğumuz, “nasılsın?” sorusu karşılığındaki aldığımız bir cevap bize ne tür fayda sağlayabilir ki? Karşı taraf, sevdiğimiz bir kişi ise, onun iyi olduğunu öğrenmek, bizi sevindirir, o kişi için endişe duymayız. O kişinin iyi olması ve varlığı bizi motive etmektedir. (Fayda.) Eğer bu kişi patronumuz ise, aldığımız cevaba göre (mimikler, ses tonu, vücut dili), patronun bizim ile ilgili düşüncesini kendimize göre değerlendirdiğimizde; iş güvenliğimiz, zam alıp alamayacağımız hakkında yorum şansı elde etmeye bir kanaate varmaya çalışırız. Böylece kendimizi güvende hissedecek bir anlamı fayda olarak görürüz.En azından, merak ettiğimiz konu hakkındaki o şey nötr bile olsa, o konu artık bizim gündemimizden çıkmış ve zihnimizi rahatsız etmeyecektir. Sonuçta, merak mekanizması vasıtasıyla elde edilen bilgi bir şekilde faydaya çevrilecektir

MERAK EDİYORUM
Şu cümleye cevap arayalım. Zaman zaman, “bugün canım ders çalışmak istemiyor” gibi düşüncelerimiz olmuştur. Bir irade beyanı gibi görünen bu cümleyi analiz edelim. Burada sorulacak soru, ben istemediğim için mi canım istemiyor, yoksa canım istemediği için mi benim istemediğimdir. İradeye bağlı olan söylem birincisidir. Şu halde “Canım istemiyor” diye iradeye bağlı söylenen bir cümle, doğru olamaz. Doğru olsaydı, canımın iradesi olduğunu söylememiz gerekirdi. Yapmakta olduğumuz veya yapacağımızı düşündüğümüz eylem (ders çalışmak) içimizdeki motivasyonel unsurlar (adrenalin, dopamin vb. akla gelebilecek hepsi veya bir kaçı), o an devre dışı kaldığı için, benim, isteme yani akıl yürütme eylemimi o konuda sekteye uğratmaktadır. Kaldı ki, motivasyonel unsurlar, iradeden bağımsız, canlıya başlangıç eylemini veren mekanizmalar olduğunu ifade etmiştik. Öyle ya, ismi üzerinde, motivasyon, “movere” kelimesinden gelip de anlamı harekete geçiren değil midir? Bu durumda “beni, kendi aklımdan başla kim harekete geçirebilir ki, o zaman benim iradem yok mudur?” gibi sorulara da cevap vermek gerekir. Sonuç olarak o an canımın istememesi benim elimde değildir. Aslında, “ruh hali” dediğimiz şey de tam olarak budur. Doğru söylem şöyle olmalıdır. “bugün canım yani motivasyonel unsurlarıma ait düzenlemeler (dopamin, adrenalin, serotonin vb. ) yeterli ve uygun olmadığı için ders çalışamıyorum.” Şu halde, benzer bir akıl yürütme ile baktığımızda “Merak ediyorum” cümlesi ne kadar doğru bir söylem olabilir? Dolayısıyla, “Merak ediyorum” cümlesi de benzer şekilde irdelenmelidir. Diğer taraftan, böyle bir durumda, irademizin tamamen devre dışı kaldığını söyleyemeyiz. Ders çalışmakla ilgili bir sonucu, iradem vasıtasıyla duyguma bağlamam gerekir. Eğer, ders çalışmazsam, sınıfta kalacağım, bu da bana zaman kaybettirecek, para kaybettirecek, mezun olamayacağım, çalışıp eve para getiremeyeceğim şeklindeki örneklerde olduğu gibi, acıdan kaçınma duygusuna bağlanacaktır. Veya, ders çalışırsak, alacağımız bir ödül, babamızın sinemaya gitmek için bize vereceği para vb. örneklerde görüldüğü gibi, durumu yine bir duygu mekanizmasına bağlayacağız. Bu durumda, o şeyi yapmazsak ortaya çıkacak sonuçların bağlandığı duygu baskın çıkacaktır. Bu da tekrar, zayıf anlamda da olsa merak mekanizmasını başlatacaktır. Böyle bir durumda, çalışmazsak bizi bekleyen muhtemel sonuçlara bağladığımız baskın duygu eşliğinde, merak ve bilincin aynı anda çalışıyor olduğunu söyleyebiliriz.

MERAK ETMEDEN YAŞAMAK
Merak mekanizması olmasaydı ne olurdu. Merak bir ihtiyaç mıdır? Bir zorunluluk mudur? Hayvanlar âlemine, hayvanların avlanma esnasında, avını kollamasına bir göz atalım. Söz gelimi bir aslan, pusuya yatmış, bir ceylanın davranışlarının ne olacağını kestirmeye çalışmaktadır. Çünkü aslanın, geçmiş dönem tecrübelerinden dolayı ceylanın muhtemel hızını, kaçabileceği alanları, hatta aradaki engelleri (kaya, çalı çırpı, dere vb.) nasıl aşabileceğine dair referansları tamamdır. Ancak, bilmediği şey, ceylanın nasıl davranacağı yani aslanın deneyimle elde ettiği referanslarla uygun bir konumda olup olmayacağıdır. Ceylan, aslanın referanslarına uygun davranırsa, aslan ceylanı avlayacaktır. Aslan, sindiği yerden ceylanı gözlemekte ancak ceylana saldıracağı anı henüz bilmemektedir, bir başka deyişle merak etmektedir. Tam bu anda, aslanın zihnindeki bilgiler devinim içindedir. Çünkü ceylanın bulunduğu pozisyona, vücut durumuna, uzaklığa göre, aslanın zihnindeki bu referans bilgileri de devamlı olarak birbirleri ile ilişkidedir ama henüz sınıflanmamıştır. Aslan için merak süreci devam etmektedir. Bu merak süreci, aslanı, hem huzursuz ederken (amigdala), hem de beklentiye sokmaktadır. Eğer, ceylan, aslanın uygun referanslarına göre hareket etmiş ve aslan ceylanı avlamışsa, avlanmaya ilişkin tüm bilgiler ilişkilendirilmiştir yani sınıflandırılmıştır. Merak olayı sönümlenmiştir. Buna karşılık, ceylan, aslanın av referanslarına uymamış, tehlikenin farkına varmış ve oradan uzaklaşmış ise, aslanın zihnindeki merak süreci yine sönümlenmiştir. Çünkü aslanının beynindeki, ceylanı avlamaya ilişkin tüm bilgiler, potansiyel avın avlanamadığı bilgisi olarak sınıflandırılmıştır. Şunu tekrar etmekte yarar var. Aslanın, bu avı için (avlanmışsa da, avlanamamışsa da) merak duygusu sönümlenmiştir. Her halükarda merak mekanizması, görevini tamamlamıştır. Buna karşılık, aslan, karnı hala aç olduğu için, bir başka potansiyel avını nerede, ne zaman, hangi durumda bulup bulamayacağı ile ilgili yeni bir merak sürecinin de arifesindedir. Ancak, merak, tek başına süreci devam ettiren bir unsur olarak görülmemelidir. Nasıl ki, insanı bir konu hakkında ateşledikten (motive ettikten) sonra, akıl yürütme ile eşgüdümlü bir çalışma mekanizmasından söz edebiliyorsak, aslan için de, merak ile beraber, avını avlayabilecek zihin dinamikleri ile eşgüdümlü çalışan bir mekanizmadan bahsedebiliriz. Bu cümleye bakarak, örtük olarak, aslanın da belli bir yere kadar karar mekanizmasının olduğunu da iddia etmiş olduk. Tabii ki, hayvanlarla yapılan deneysel çalışmalar ve serbest ortamdaki gözlemler de onların beyinlerinin pek de boş olmadığı, kendi zekâları çerçevesinde karar verme mekanizmalarının olduğunu göstermektedir. Yine bu örneğe bakarak, aslanın avını avlaması ile mutluluk, avlayamadığı zaman da mutsuzluk, huzursuzluk duyguları hakim olacaktır. Aslan, avlanmış da olsa, avlanamamış da olsa, sürecin sonunda merak duygusu sönümlenecek, buna karşılık, yapılan eylemim sonucuna bağlı olarak başka bir duygu mekanizması devreye girecektir.

Buradaki olayın bir merak değil, karar verme süreci olduğu söylenebilir. O zaman, karar anından bir adım önce hissettiğiniz duygu ne idi diye sormak gerekir. Ayaklarımızı uzatmış TV seyrederken, bizi aniden çekmecelerdeki kalemi arattıran birinci ateşleyicinin karar verme olduğunu söyleyemeyiz. Karar verme, merakın giderildiği, bilginin, ilişkilendirilerek yeni (veya bilinen) bir çıktı (karar) elde edilmesi halidir. Halbuki, bizi, ayaklarımızı uzatmış TV seyrederken kaybolan kalemimizi aramak üzere yerimizden sıçratan, merak eyleminin eşik değeri aşarak bilincimizi de bu sürece dâhil etmesidir. Buna göre karar anından önceki an, merak ve akıl yürütmek birlikte işlemektedir. Bir havuz problemini çözme safhasındayken, daha henüz, sonucun ne olduğunu bilmediğimiz, ama işlemlere devam ettiğimiz safha(lar)da, hem akıl yürütür hem de aynı anda merak ederiz.

Anlatılmak istenen, merak denen kavramın; cinsellik, açlık vb. gibi içgüdüler gibi bizi harekete geçiren motivasyonel unsurlardan biri olduğu, iradem dışında başladığı; bilincime, karar vermeme, akıl yürütmeme eşlik eden zorlayıcı bir mekanizma olduğudur. Merak, diğer içgüdüler gibi, doyurulma, tatmin olma ihtiyacından kaynaklanır. Merakta da bilgiye olan ihtiyaç ön plana çıkar.

Burada tartışmak yeri midir bilmiyorum ama, aslında hangi içgüdü olup da bilgiye ihtiyaç duymaz ki? Bilgi derken, sadece bizim anladığımız anlamdaki bilgiyi mi kastediyoruz? Sonuç olarak, bilgi, ilgili mekanizmayı uyaracak olan kodlardan oluşan uyaranlardır.

Merak, aynı zamanda dikkat sürecimizi de tetiklemektedir. (Nucleus accumbens)

Şu halde sadece insanlarda değil, hayvanlar âleminde de olan merak; hayvanın çevreye uyum sağlamasını, hayatta kalabilmesini, dölünü devam ettirebilmesini ve bunun için de hayvanın karar verebilme mekanizmasının izin verdiği ölçüde araştırmaya sevkini sağlamaktadır. İnsanda ise, son bir kaç yüz bin senedeki gelişimi ile prefrontal korteksin (karar verme mekanizması) devreye girmesiyle merak mekanizması, bizi daha ileriye götürmüş, kendimizi tekrarlamayan, zenginleşen bir kültürün nedeni olmuştur.

Merak, mekanizmasının sebep olduğu belirsizlik ile bizi harekete geçiren, araştırmaya, bilgi toplamaya sevk eden motivasyonel ve kendimizden emin olma durumu ile bu belirsizliğin giderildiği bir duygu, bir iç güdü mekanizmasıdır. Tabii ki burada, bilgi toplamak derken, illaki bilim adamı edasıyla bir bilgi toplamayı kastetmiyoruz. En basitinden, bir kedinin bir çöp tenekesindeki gazete kâğıdının altını patisi ile karıştırarak, bir yiyecek olup olmadığına bakmak da bir bilgi toplamadır.

Acaba merak etmeden de yaşayabilir miyiz? Bence bu mümkün görünmemektedir. Yukarıdaki bilgilerden yapacağımız diğer bir çıkarım da, merakın, bilincimizi o konuyla ilgili ateşliyor, motive ediyor olmasıdır. Aksi halde çevremizdeki tehditleri bilincimize taşıyamayacak, bundan kaçamayacaktık. Peki hayvanlar da merak ediyorsa, onların bilinci yoksa tehditlerden nasıl sakınıyorlar şeklinde bir soru sorulabilir. Hayvanlarla aramızdaki bilinç farkı, bizleri bu tehditlerden kaçmak için alternatifler üreterek (saklanılacak iyi bir yer bulmak, bir şeyi alet olarak kullanarak tehdidi durdurmak/uzaklaştırmak, silah yapmak, tank, tüfek yapmak vb) veya stratejiler geliştirmek, planlar yapmak şeklinde farklı kılmaktadır. Hayvanlarda ise, içgüdüleri ile gelen ve beyninin kapasitesi çerçevesinde doğadan edindiği tecrübeleri kullanmaları ile sınırlı kalmalarıdır. Hayvanların da, yaşamları boyu elde ettiği tecrübeleri ve genlerle geçen korunma, var olma, varlığını sürdürme mekanizmalarını kendi ölçüsünde karar mekanizması olarak kullandığını söyleyebiliriz.

Merak mekanizmasının, canlıların doğaya uyumlu olmasını, varlığını sürdürebilmesi için araştırma yapmasını sağlayan motivasyonel bir ateşleyici bir başlatıcı olduğunu söyleyebiliriz. Merak, elbette ki kişiden kişiye değişecektir. “Hiç merak etmeyen insan var mıdır?” Sanırım, bunu tam karşılığı olmasa da duyarsız olmakla eş anlamlı görebiliriz. Ancak, burada merak etmeme eylemini, o kişi için tüm süreçlerde bu mekanizmasının çalışmadığı varsaymak olarak düşünüyoruz. Bu da pek mümkün değildir. En azından karnı acıktığında, yiyeceğinin nerede aranması gerektiğini merak edecektir. Sanırım ki, merak etmeyen bir kişi yoktur. Merak unsurunun olmadığı bu durumlarda, elbette ki bu fertler çevre ile uyumluluklarını sağlayamazlar, varlıklarını sürdüremezler ve nihayetinde bu kişilerin uyumlarının sağlanması da bir ölçüde çevresindeki diğer kişilere düşüyor diyebiliriz.

Diğer taraftan, merak mekanizması, sadece bir tehdit ortamından kurtarmaya yönelik akıl mekanizmasını motive eden bir unsur olarak da düşünmek kısıtlı bir düşünce olabilir. Sezgisel olarak, hoşnut olabileceği bir konuda beklentisi olan bir kişide de merak mekanizması çalışacaktır. (Nucleus accumbens)

Erol

Beynimiz ve Biz yazı serisinin Neden Merak Ederiz? adlı bölümü biraz uzun olduğu için konunun özünü oluşturan üç ayrı parça halinde yayınlanacaktır. Neden Merak Ederiz? adlı makalenin tamamını PDF olarak indirip okumak isterseniz bu linke tıklayınız.
Ateizm Felsefesi'nin yeterli bir açıklamasını yapmak için, İlahi Varlık [ing. Deity] inancındaki, ilk günlerinden bugüne gelinceye kadar yaşanan, tarihsel değişimleri ele almak gerekli olacaktır. Ancak bu, bu makalenin kapsamı dahilinde değildir. Ancak Tanrı, Doğaüstü Güç, Ruh, İlahi Varlık veya Teizm'in [Tanrı'ya inanma] özünün ifadesini bulduğu diğer terimlerin zamanla ve ilerlemeyle birlikte giderek daha fazla belirsizleştiği ve muğlaklaştığından geçerken bahsetmek yerinde olur. Diğer bir deyişle, insan aklının doğal olayları anlamayı öğrenmesiyle orantılı olarak, ve bilimin insani ve toplumsal olayları giderek ilişkilendirmesi derecesine [bağlı olarak], Tanrı düşüncesi giderek daha fazla kişisel olmayan ve karmaşık bir hale gelmiştir.

Tanrı bugün, O'nun varlığının başlangıcındaki güçleri aynen temsil etmemektedir; ne de O artık insan kaderini eski zamanlardaki gibi Demir bir yumrukla yönlendirmektedir. [Bugün], Tanrı düşüncesi daha ziyade her insan zayıflığının karanlığında bulunan merak ve kuruntularını tatmin edecek, bir tür ruhani itkiyi [ing. stimulus, uyarı] ifade etmektedir. İnsanın gelişimi boyunca, Tanrı düşüncesi, [Tanrı] düşüncesinin kaynağı ile tamamıyla tutarlı bir şekilde kendini insan ilişkilerinin her bir aşamasına uyarlamaya zorlanmıştır.
Bu eserin sebep olduğu gürültü beni şaşırtmadı ve bu yüzden de konumumda bir değişiklik olmadı. Tam tersine, tüm sakinliğimle, yeniden çalışmalarımı hem tarihsel hem de felsefi açıdan en ağır incelemelere tabi tuttum... Bu eserin, Hıristiyan dininin iyi bir tercümesi veya daha net ifade edersek ampirik veya tarihsel-felsefi analizi, yarattığı muammanın bir çözümü olmaktan öte bir iddiası yok. Giriş kısmında önceden belirttiğim gibi, a priori, düşünüp çıkarsanmış önermeleri, spekülasyon ürünleri içermiyor; giriş kısmında var olan şeyler dinin analiz edilmesiyle ortaya çıktı; giriş kısmındakiler, çalışmanın tüm temel fikirleri gibi, insan doğasının görünümlerinin, özellikle de dini bilincin genellemelerinden oluşuyor – düşüncelere dönüştürülmüş olgular, örneğin genel terimlerle açıklanmış ve kolayca anlaşılması sağlanmış... Zihin alanında çalışan bir doğa felsefecisinden başka bir şey değilim; bir doğa felsefecisi de araçları, maddi vasıtaları olmadan hiçbir şey yapamaz. Durum böyleyken, sadece pratik açıdan doğrulanmış, yani örneğin in concreto [somut olarak] belirli bir nesneye ama evrensel anlama sahip bir nesneye uygulanmış yeni bir felsefenin prensiplerinden başka bir şey içermeyen bu eseri yazdım; çalışmada bu prensibin gösterildiği, geliştirildiği ve derinlemesine yürütüldüğü nesne din idi. Bu felsefe insanın gerçek doğasının tümüne karşılık geldiği için temelde bugüne kadar yaygın olarak görülenlerden farklıdır ama aynı sebeple bir süper-insan, yani insan karşıtı, doğa karşıtı bir din ve spekülasyonlar düşüncesi tarafından sakatlanmış ve sapkınlaşmış zihinler için akla karşıttır. (...)
"Düşüncelerim, beynimde gerçekleşen kimyasal işlemlerin sonucuysa, mantığın değil, kimyanın kurallarına göre belirlenmiş olmalıdır."

J.B.S Haldane (Genetikçi ve Evrim Biyoloğu. 1892-1964)

Telefonumuz veya kapı zilimiz çaldığında, kim olduğunu merak ederiz. Bir itfaiyenin siren sesini duyduğumuzda veya itfaiye aracını önümüzden hızlı bir şekilde geçerken gördüğümüzde; yangının nerede olduğunu, yangına maruz kalanların durumlarını düşünürüz. Daha doğrusu merak ederiz. “Merak nedir?” diye sorarak merakın ne olduğunu merak ederiz.

Merak bir duygu mudur? Bir içgüdü müdür? Genler vasıtasıyla atalarımızdan bize miras mı kalmaktadır? Öğrenilen bir şey midir? Akıl yürütmenin, muhakemenin, zekânın bir ürünü müdür? Sadece insanlara mı mahsustur? Hayvanlar da merak eder mi? Bize faydası var mı? Merak olmadan da yaşayabilir miyiz?