Dünya çok yaşlı, insansa çok gençtir. Kişisel yaşamlarımızdaki dikkate değer olaylar; yıllar ve daha küçük sürelerle ölçülür;  yaşam süremiz onluk dönemlere sığar;  tüm yazılı tarih ise binlerce yılın içindedir.  Fakat bizden daha önceleri, geçmişin en uzak dönemlerine uzanan, çok uzun bir zaman geçti ki bunun hakkında pek az şey biliyoruz; çünkü hem yazılı veriler yok hem de o dönemlerin akıl almaz büyüklüğünü kavrayabilmek konusunda gerçekten güçlük duyuyoruz.  Bununla birlikte, uzak geçmişteki olayları tarihlendirebilme olanağımız var. Jeolojik tabakalaşma sistemi ve radyoaktif metot;  arkeolojik, paleontolojik ve jeolojik olaylar hakkında bilgi sağlamaktadır; ayrıca astrofizik kuramı, planetlerin yaşları ve Samanyolu hakkında veriler sağladığı gibi Büyük Patlama denen, tüm madde ve enerjinin şimdiki evrene dönüştüğü olağanüstü patlama olayından bugüne kadar geçmiş olan süreyi de tahmini olarak vermektedir. Büyük patlama ya evrenin başlangıcı ya da evrenin daha eski geçmişine ilişkin tüm bilginin tahrip olduğu bir devamsızlık devresidir. Ama kesin olan şu ki hakkında hiçbir kaydın bulunmadığı en eski olaydır bu.


Bu kozmik kronolojiyi açıklamak için bildiğim en öğretici yol, evrenin on beş milyar yıllık yaşam süresini (ya da en azından Büyük Patlama’dan bu yana sürdürdüğü somut yaşamı) tek bir takvim yılına sıkıştırmaktır. Buna göre dünya tarihinin her bir milyar yılı, kozmik yılın yirmi dört saatine eş ve bu yılın her saniyesi dünyanın güneş etrafındaki 475 dönüşüne karşılık olacaktır. Bu bölümde, kozmik kronolojiyi üç şekilde sunuyorum:  Aralık ayı öncesi bazı tarihleri gösteren bir liste, Aralık ayı için bir takvim ve yeni yılın son akşamına yakından bir bakış. Bu ölçüye göre tarih kitaplarımızdaki olaylar (kitaplar bunları birbirinden ayırmak için oldukça önemli çabalar göstermekte olsalar bile) o kadar sıkışık durumdalar ki kozmik yılın son anlarını saniye saniye anlatmak gerekmektedir. Böyle bile olsa bizlere geniş aralıklarla ayrıldıkları öğretilmiş bulunan olayların, listede çağdaş olaylar olarak yer almış olduklarını görürüz. Yaşam tarihi boyunca halının tüm dönemler için aynı zenginlikte dokunmuş olması gerekir. Örneğin 6 Nisan veya 16 Eylül saat 10:02 ve 10:03 dolayları. Ancak detaylı veriler, kozmik yılın yalnızca son anları için mevcuttur.

Bu tür tablo ve takvimler, kaçınılmaz olarak yetersizdir. Böyle bir kozmik yıl içinde, dünyanın yıldızlar arası maddeden sıkışmaya başlamasının ancak Eylül’ün başlarında olduğunu görmek, insanı huzursuz eder;  yine dinozorların 24 Aralık’ta ortaya çıkmaları, insanın 31 Aralık gününün gecesi belirmesi de aynı etkiyi yapar. Tüm yazılı tarih 31 Aralık’ın son 10 saniyesini içerir. Fakat bu şekilde düzenlemiş olduğum için ilk kozmik yıl yeni sona ermiştir. Kozmik zaman içinde işgal ettiğimiz sürenin önemsizliğine karşın, ikinci kozmik yılın başlangıcında dünya üzerinde ve yakınında olacak şeylerin çok büyük ölçüde bilimsel bilgeliğine ve insanoğlunun kendine özgü duyarlılığına bağlı bulunacağı ortadadır.

Carl Sagan
Cennetin Ejderleri: İnsan Zekasının Evrimi Üzerine Düşünceler

***

Kozmik Takvim olarak bloga aktarılan pasaj, aynı zamanda yine Carl Sagan'ın çektiği muazzam belgesel serisi olan Cosmos belgeselinde de yer almaktadır. Belgeseli izlemek isterseniz burayı tıklayınız.

Aşağıdaki video, yukarıda bahsettiğim Cosmos adlı belgeselin ufak bir bölümüdür. Bu kısa videoda Carl Sagan'ın kendisi Kozmik Takvim'i anlatmaktadır. Görsel olarak izlemek kuşkusuz akıllarda daha yer edici olacaktır.

Eskiden hayata farklı bakanlar bulurlardı beni. Gerçek entelektüeller, anarşistler, nihilistler... Mıknatıs gibi çekerdim toplumun dışında yaşamayı seçmiş Robinson Crusoe'ları. Ama şimdi seyrek de olsa benimle karşılaştıklarında başlarını önlerine eğiyorlar, bakışlarımızın kesişmesini engellemek için. Çünkü anlayabildikleri kadar anlıyorlar benim artık uzun, alkollü, yüksek sohbetlerden eyleme, gerçeğe geçtiğimi. Ve korkuyorlar. Çünkü onların oynadıkları oyun, günün üç saatini, içlerinde bağırıp çağıran anarşiste ayırıp geri kalan zamanında normal bir insan gibi yaşamaktan ibaret. Çok azı söylediklerini yapar. Çok azı gece anlattığını gündüz yaşar. Bunlar daha çok düşünsel kurt adamlardır. Barış ve anarşi işaretlerini sokaktaki aynı kadın heykelinin iki göğsüne çizenler bu salaklardır işte. Coşarlar insan hayatının değersizliğini anlatırken. Ama daha soma işkence gören bir teröristin haberi karşısında, en çelik hümanist kesilip insan haklarından dem vururlar. Çelik hümanistler çelik kapı taktırırlar evlerine, adlarına methiyeler dizdikleri kaosun, devrimin geldiği gün kedilerine bir zarar gelmesin diye. Sağdan nefret ederken soldan da etmeyi unutanlardır bunlar. Kişisel muhalefetlerine bir kalabalığın fikrini eklemekten zevk duyarlar. "Sola daha yakınım!" derler utanmadan. Gölgesiz yaşayamazlar, yalnız kalmaktan ödleri koptuğu için. Yakın olmazlarsa herhangi bir tarafa, yok olacaklarını düşünürler. Açık deniz adamlarının yanında karadan uzaklaşamayan dubalar gibi dururlar.
1.
Hiç kırda yaşamadım. Başkaları gibi kısa süreler için bile kırlık bir yerde kalmadım. Buna karşlılık kırları övdüğüm bir şiir yazdım; dizelerimi kırlara borçlu olduğumu söylüyorum bu şiirde. Pek övgüye değer bir şiir değil sanırım. Yazılabilecek en az içten şeylerden biri: kusursuz bir yalan. Oysa şimdi kendi kendime soruyorum: gerçekten bir içtenlik eksikliği mi bu? Sanat her zaman yalan söylemez mi zaten? En çok yalan söylediği zaman, en yaratıcı olduğu zaman değil midir? O dizeler yazıldıysa, sanatın bir etkinliği değil mi bu? (O dizelerin kusurları, kuşkusuz içtenlik eksikliğinden gelmiyor: en içten heyecanlara kapıldığında, çoğu kez başarısız oluyor insan.) Bu dizeleri kurduğumda sanatsal bir içtenliğim yok muydu? Düşgücüm sanki gerçekten kırda yaşamışım gibi çalışmıyor muydu?
5.7.1902

2. 
Kendimde olağanüstü yetiler bulunduğunu hissediyorum. İnanıyorum ki isteseydim büyük bir doktor, bir avukat, bir maliyeci, bir mühendis olabilirdim. İki şey gerekirdi bana: öğrenmek için zaman ve yazından vazgeçmek için istenç gücü. Düşüncemin bir yanılsaması mı bu dersiniz? Yeteneklerimi biraz fazla önemsemek mi? Ya da bütün yazarlarda ortak, doğal bir şey mi? -Bütün yazarların sahip olduğu bir güç mü demek istiyorum. Her türlü pratik çalışma, bana kolay geliyor. Ama şunu da kabul etmeliyim: bu kanıda olmama karşın, bana gerekli zaman tanınmazsa, pratik yaşamda başarı göstermem olanaksız. Ama o zaman da genel kategoriye düşüyorum: zaman verilen her insan, orta yetenekte bile olsa, başarılı olabilir. Ama hayır; beni üstün kılan -buna inanıyorum- çok daha az zamana gereksinmem olması. Yine de pratik işlerde başarılı olamayacağımın bilincindeyim, çünkü ruhumu yaralayacak bir zorlama yapmadan, yazın banke-ing'ini derin benliğimden koparıp atmam olanaksız.
Bir argüman keşfettim diye kendimle övünüyorum (...) ki bu argüman eğer doğruysa, akıl ve öğrenilenle birlikte, batıl itikatlı yanlış inanışların her türlüsüne sonsuz bir denetim olacaktır ve dünya durduğu müddetçe sürekli yararlı olacaktır; tahmin ediyorum ki uzun süre boyunca tüm tarihte mucizelerin ve harikaların hesapları bulunacaktır, kutsal ve kâfir…

Bilge bir adam, inancını kanıtlara göre orantılar. (...)

Bir mucize, doğa yasalarının ihlalidir ve sabit ve değiştirilmesi imkânsız bir deneyim bu yasaları oluşturduğunda, maddi delilin doğası gereği mucizeye karşı kanıt hayal edilebilmesi mümkün olan her argüman kadar tamdır. (...) Hiçbir şey, eğer doğanın alışılmış seyrinde gerçekleştiyse, mucize olarak değerlendirilmez. Sağlıklı görünen bir adamın aniden ölmesi bir mucize değildir, çünkü böylesi bir ölüm her ne kadar diğerlerinden daha alışılmadıksa da, şimdiye kadar gerçekleştiği sıklıkla gözlemlenmiştir. Ama ölü bir adamın canlanması bir mucizedir, çünkü bu herhangi bir çağda ya da ülkede hiçbir zaman gözlemlenmemiştir. Bu nedenle, her mucizevi olaya karşı bir örnek bir deneyim olmalıdır, aksi halde olay o adı hak etmemelidir. Ve birörnek bir deneyim bir kanıta dönüştüğünde, maddi delilin doğası gereği ortada tüm mucizelerin varlığına karşı direkt ve tam bir kanıt vardır. (...)

Tüm tarih boyunca, hiçbir mucize yoktur ki bizi tüm hilelerden koruyacak kadar iyi niyetinden, eğitiminden, öğreniminden şüphe duyulmayan yeterli sayıda kişi tarafından buna tanıklık edilmiş olsun; diğerlerini aldatacak her çeşit kuşkunun ötesine koymaya yarayacak kadar şüphesiz dürüstlük sahibi kişiler tanık olmalı; bir yanlışlığa dahil olunması durumunda kaybedilecek çok şeyi olan insanlığın gözünde kredili ve itibarlı tanıkların gördüğü...
Olbers Paradoksu 18′inci yüzyılda öne sürülmüş ancak çok öncelerden beri birçok düşünürün kafasını kurcalamış bir problemdir. Temel olarak gökyüzünün neden karanlık olduğu sorusunu sormaktadır.

Olbers Paradoksunun önkabulleri;

1- Evren sozsuz genişlikte ve sonsuz yaştadır.
2- Evrendeki yıldız yoğunluğu her sonsuz kesit için eşittir.
3- Gözlemlenebilen evren içindeki yıldız sayısı sonsuzdur.

Bu önkabullere göre dünya üzerinden gökyüzünde bakılan her nokta nihayetinde bir yıldıza denk gelmeli ve her nokta parlak gözükmelidir. Böylece geceleyin gökyüzü gündüzki kadar parlak olmalıdır.

Bu sonuç, kabul edilen varsayımlar doğru olsaydı geçerli olurdu ancak bu önkabullerin tamamı 20. yüzyılda yanlışlanmıştır. Büyük patlama teorisinin birçok kanıtla desteklenmesi ve kozmik mikrodalga arkaplan ışımasının keşfi ile bu paradoks artık insanlık tarihinin sayfalarında bir basamak olarak yerini almıştır.

Bu video, orijinali Tony Darnell’e ait olup çevirisi Bilim ve Felsefe kanalı tarafından yapılmıştır.

"Kim pişmanlık duymadan ıstırabından ve yalnızlığından ayrılabilir ki?"

"Sevgi, ayrılık anına kadar kendi derinliğini bilmez."

"Dostunuz, sizin cevap bulan ihtiyaçlarınızdır."

"İçinizin çoğu hala insandır ve içinizin çoğu henüz insan değildir."

"Maktul, kendi katilinden sorumsuz değildir. Evet, suçlu çoğu zaman mağdurun kurbanıdır."

"Onlar yalnızca kendi gölgelerini görürler ve onların gölgeleri onların kanunlarıdır."

"Istırabınız, idrakınızı bürüyen kabuğun çatlayışıdır."

"Istırabınızın çoğu kendi tercihinizdir."

"Aşk hiçbir şey vermez, kendinden gayrı ve hiçbir şey almaz, kendinden gayrı."

"Ve ihtiyaç kaygısı ihtiyacın kendisinden başka nedir ki?"

"Neşeniz, maskelenmemiş kederinizdir."
Gidilebilse, ne çok iz kalıyor geride.
"Belki zaman", diye düşünüyor adam:
"Zaman eksiltebilir birikeni". Oysa ne
zaman, ne de ona benzer şeyler - ona
benzer şeyler? - silebiliyor mekana
sinenleri. Eşyalar değiştirilse de, yeni
badana yaptırılsa da değişmiyor ağrının
kurduğu sıra: Değişmiyor çünkü sokak
adları, değişmiyor şehirler ve insanlar,
dünden bugüne inatla yürüyen inatçı
mantık: Her mevsim, her dolunay,
yağmurlar, bahar aldatmacaları,
her kuyu, her kule, her balkon,
kadehler, mumlar, köpükler,
her kırmızı, her siyah, her gri,
her uyku, her düş, her uyanış
- yer etmişse - aynı çiviyi isteyen
bir delikte tıpatıp zonkluyor.
"Zaman da değil", diyor adam,
kimse yokken, yüksek sesle.
Yeni bir iz kalıyor orada, o an.

Enis Batur
Kaynak
Haiku, bugün tüm dünyada meşhur olan geleneksel bir Japon şiir türüdür. Dünyanın en kısa şiir türü sayılır.

En önemli Haiku şairleri arasında Matsuo Bashō (1644-1694), Yosa Buson (1716-1783), Kobayashi Issa (1763-1827) ve Masaoka Shiki (1867-1902) gösterilebilir. Bashō öğrencileriyle Haikai şiirini yenilemiş ve ona ciddi bir edebiyat saygınlığı kazandırmıştır. Shiki modern Haiku'nun kurucusu sayılır. Aynı zamanda Haiku kavramının (Haikai veya Hokku karşısında) yerleşmesini sağlayan da o olmuştur.

Japon Haiku'ları çoğunlukla 5-7-5 ölçülü üçlü kelime öbeklerinden oluşup kelimeler sütun halinde yan yana sıralanır. Haiku'nun vazgeçilmez bir unsuru da somutluğu ve halihazıra olan bağlantısıdır. Bilhassa geleneksel Haikular Kigo ile mevsimlere imada bulunurlar. Temel özellikleri olarak okuyanın kendi tecrübesiyle tamamladığı bitmemiş, açık metin karakteri de gösterilebilir. Metinde her şey söylenmezken duygular nadiren isimlendirilir ve bunların şiirde yer alan somut şeyler ve bağlamdan çıkarılmaları lazım gelir.

Modern Haiku ekolleri tüm dünyada sadece geleneksel şekilleri değil, aynı zamanda bazı metin biçimlendirme kurallarını da sorgulayıp yeni yollar bulmaya çalışıyorlar.
"Bir şehri tanımanın en kolay yolu, oradaki insanların nasıl çalıştıklarını, nasıl seviştiklerini, nasıl öldüklerini öğrenmektir."

"Başka taraflarda nasılsa, Oran'da da zaman ve düşünce kıtlığından, insanlar nedenini bilmeksizin sevişmek zorundadırlar."

"Felaket genel bir haldir, yalnız tepenize birdenbire inince ona kolaylıkla inanamazsınız."

"Bir savaş patladığı zaman, insanlar, 'Fazla uzun sürmez, çünkü çok anlamsız bir şey.' derler. Elbette ki bir savaş çok anlamsız, çok saçma bir şeydir, ama böyle oluşu uzayıp gitmesini önlemez. Anlamsızlık, saçmalık daima kendini belli eder, insanlar yalnız kendilerini düşünmeseler onun varlığını fark edebilirlerdi."

"Kendilerini hür sanıyorlardı, oysa felaketler var oldukça kimse hür değildir."

"Merhamet faydasız olunca insan ondan bıkar usanır."

"Gerekince, 'fakat' ile 've' kelimelerinden birini seçmek o kadar zor değildir, 've' ile 'sonra' kelimelerinden birini tercih etmek daha zor. 'Sonra' ile 'ardından' kelimelerinde ise güçlük daha da artar. Fakat muhakkak ki, en zor olanı, 've'yi yerinde kullanıp kullanmamak gerektiğini bilebilmekte."

"Ah! Keşke deprem olsaydı! Esaslı bir sallanırdık, iş olup biterdi... Sonra ölenleri kalanları sayardık, hepsi bu kadarla kalırdı. Fakat bu hastalık belası! Hasta olmayanlar bile onu içlerinden atamıyorlar."

"İnsanlar yalnız felaketi yaşarken gerçeğe kendilerini kaptırırlar; yani susarlar."
tanrı sen ne kadar güzelsin
bir hiç olarak
ormansın belki bilmiyorum
belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
bir pazartesi günüsün
insanları dupduru edemeyen
bütün karayollarında ve demiryollarında
gider gelirim bütün dünyada
ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın
bir kilisesin Kapadokya'da
sözgelimi yumurtada zarsın
ustasın sabahları yapmada
en katı yoklukları koyarak insanın içine
akşamüstlerinde biraz gaddarsın
sular ve zamanlar kararırken

ne yapalım
bari bağışlayalım birbirimizi.

Turgut Uyar
Kaynak
GARİP OLAYLAR

Olay 1
20 yaşındaki bir erkek, çalışmak için köyünden şehre gider. Şehirde, bir transseksüel ile cinsel ilişki kurar. Sonra, bu ilişkiden dolayı pişmanlık duyar. Kirlendiğini, günah işlediğini düşünür, kendisini suçlu hissederek köyüne döner. Olayın, ailesi tarafından anlaşılmaması için kendi davranışlarını denetlemeye başlar. Ailesinin, kendisine olan davranışlarında bir değişiklik olup olmadığını devamlı olarak izler. Bir süre sonra, anne ve babasının, kendi anne ve babası olmadığını, benzerleriyle değiştirildiğini düşünmeye başlar.

Olay 2
26 yaşında, evli, mesleği polis olan bir kadın, doğumundan dört gün sonra, bir gece tuvalete kalktığında, beyninin emildiğini, kulağının çınladığını hisseder. Kötülüklerin ağına düştüğünü, doğurduğu çocuğun bir şeytan olduğunu, aslında bir şeytanı emzirdiğini, böylece bir günahkâr olduğunu, Tanrının onu affetmeyeceğini düşünür. Hemen, bu duygularla eşinin yanına koşar. Ancak, eşi de, onun bildiği, tanıdığı eşi değildir artık. Eşinin yerine bir benzeri geçmiştir.