Çoğu düşüncemiz miras olarak geliyor. Alışkanlıkların ve geleneklerin mirasçılarıyız. İnançlarımız yöresel kıyafetler gibi, nerede doğduğumuza bağlı olarak değişiyor. Kalıplar içinde büyüyor, etrafımız tarafından şekillendiriliyoruz. Çevremiz bir heykeltıraş, bir ressam.

Eğer İstanbul'da doğmuş olsaydık, çoğumuz şöyle diyecekti: "Allah'tan başka tanrı yoktur. Muhammed Allah'ın elçisidir." Eğer ailemiz Ganj nehri kenarında yaşasaydı, Şiva'ya tapıyor ve Nirvana'ya ulaşmaya çalışıyor olacaktık.

Çocuklar ailelerini sever, onlardan öğrendiklerine inanır ve annelerinin dinine içten bir biçimde inanmaktan gurur duyduklarını söylerler.

Çoğu insan dinginliği sever. Komşularından farklı olmak istemez. Arkadaş çevresi olsun ister. Sosyaldir. Grup halinde gezmekten hoşlanır. Yalnız yürümeyi sevmez.

İskoçlar Kalvenci’dir çünkü babaları da öyleydi. İrlandalılar Katolik’tir çünkü babaları da öyleydi. İngilizler Anjelikan’dır çünkü babaları da öyleydi. Amerikalılar farklı gruplara ayrılmıştır, çünkü babaları da farklı gruplara ayrılmıştı. Bu genel geçer bir kuraldır, istisnalar elbette vardır. Bazı çocuklar ailelerine baskın çıkıp düşüncelerinde değişiklik yapabilir ve farklı sonuçlara ulaşabilirler. Ama bu değişimler genelde gelişim şeklinde olur, yani tam bir dönüş az görülür. Zaten değişenlerin çoğu hala atalarının yolunda gittiklerine inanmaya devam ederler.
Cruosity adlı belgesel serisinin ilk bölümü olan "Did God Create the Universe?" (Evreni Tanrı mı Yarattı?), Stephen Hawking eşliğinde, evrenin oluşmasında ve şimdiye dek gelmesinde tanrının bir etkisinin olup olmadığını ve hatta bu süreç dahilinde tanrının bulunup bulunamayacağını bilimsel verilere dayanarak açıklamaya çalışıyor.

Bu belgeseli, tanrı-evren ilişkisine yönelen diğer belgesellerden ayıran en önemli özellik direkt konuya girmesi ve özellikle evrenin tanrı tarafından yaratıldığına inanan, bilimsel açıdan ortalama düzey bir bireyin kafasındaki klişe soru işaretlerini cevaplandırması; ve bununla birlikte bazı önemli ek bilgiler vererek, tüm evrenin oluşumunu tanrısallığa ihtiyaç olmadan nasıl açıklanabileceğini gösteriyor olmasıdır.

Belgesel oldukça akıcı bir şekilde ve adım adım duruma açıklama getiriyor. Ancak bu noktada şöyle de bir eleştiride bulunmalıyım: Belgesel materyalist bilim açısından son derece sağlam verilere dayanmaktadır ve bu anlayış çerçevesinde tanrıyı irdelemektedir. Ancak tanrı inancına sahip bireyler, zaten bu madde ve insan mantığını aşan transandantel yapıda bir varlık varsayımına dayandıkları için, buradaki veriler yeterli bir netlik gösteremeyebilir. Diğer bir deyişle, dindar bir insanın bu belgeseli izledikten sonra düşüncelerinde bir değişiklik olacağını sanmıyorum.

Bu belgeselin ve bilimin tüm verilerinin tanrısızlığı göstermesine rağmen, felsefî anlamda tanrıya, günümüz anlayışı çerçevesinde mantık-dışı bir şekilde ama bu mantık-dışılığı mantıksallıkla açıklayarak tanrının olabileceğine ihtimal veriliyor olabilse de, yine de elimizdeki en somut veri olan bilime karşı olan güvenin, diğer akıl yürütme yöntemi olan uç mantık düşüncelerinden öne çıkması gerektiğini düşünüyorum.

Hayyam
Stanislaw Jerzy Lec, polonyalı şair ve yazardır. (1909-1966) İlk aforizmalarını 1957'de yayımlamış ve uluslarası üne kavuşmuştur. Eleştirmen Karl Dedeius'a göre, "Aforizmalarıyla inadın, hoşgörünün şiirin ve mantığın birleştiği en kısa ve keskin terminolojiyi yarattı. Ve bilimsel kitapların yapamadığını yaparak ikiyüzlü gökyüzünün ve süslü püslü cehennemlerin maskesini düşürdü."

* Kaynağına ulaşmak için, akıntıya karşı yüzmek gerekir.

* Apaçık fikirler sevilmez.

* Dil, elden uzundur.

* Bazı düşünceler yazılamaz, sadece düşünülür.

* Özgürlük için savaşan tiranlar gördüm: "Baskı özgürlügü" için.

* Bazen şeytan beni tanrıya inanmam için baştan çıkarıyor.

* İp cambazının korkusu: "Acaba kimin ağına düşecegim?"

* Gelecek çağlar için bu çağın aptallıkları, bilgelikleri kadar önemlidir.