Doğa beni böyle yarattı, kendi doğama aykırı davranmam bir cinayet olurdu.

Ahlaksızlığı bilmeden ahlakı belirleyemezsiniz, onlar ne anlar ahlaklı olmaktan! Hiç ahlaksız olmuşlar mı ki?

Pişmanlık alışkanlığın öldürdüğü geçici bir duygudur. İşlenilen tek bir cinayet vicdanımızı sızlatabilir. Ama cinayet çoğalınca, onlarca yüzlerce kez tekrarlanınca vicdan susar.

Doğada hiçbir şey ahlaka aykırı değildir.

Doğa, zevklerimizi kınıyor olsaydı, bizde bu zevkleri uyandırmazdı.

Çılgınlıkların en büyüğü doğanın bize verdiği eğilimlerden dolayı yüzümüzün kızarmasıdır.

Beni bedensel, günaha ilişkin dayanılmaz bir perhize mahkum ederek mükemmel bir iş yaptığınızı düşündünüz, ama yanıldınız, beynimi coşturdunuz, bana can vermek zorunda kalacağım hayaletler yarattırdınız.
'Ben' deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, varolduğunu hisseden varoluş sadece.
- Jean-Paul Sartre

Benim, kıyısında saygıyla beklediğim olanak, başkalarının çiğneyip attığı sıradanlıktı.
- Şükrü Erbaş

Sakın, ülkenize ve vatanınıza aitsiniz safsatalarına inanmayın. Yaşamı başka yerlerde arayın. Sizin kimliğinizi oluşturan isminiz, milletiniz, ırkınız ya da dininiz olamaz.
- Milan Kundera

Olan bitenler bizi şuna inanmaya sevk ediyor: Zihinde, yaşamla ölümün, gerçekle düşselin, geçmişle geleceğin, iletilebilir olanla olmayanın çelişki olarak algılanmadığı bir nokta vardır.
- Andre Breton
* Düşüncede saplantı, ayrıntının ortaya çıkmasını sağlayan bir ayrıştırıcıdır. Kimyadaki ayrıştırıcılardan tek farkı ise, ayrıntıya yapışık olarak yaşamasıdır. Oysa bir kadına saplanmak, ‘saplantının’ kendisini görmezden gelme çabası içinde istemeden uygarlaşmaktır. Saplantı, bu açıdan bakıldığında, düşünsel bir cesarettir. Hastalıklı bir kadın, nasıl bir türlü sevdiği erkeği bırakamıyorsa, saplantılı düşünce de olguların temelindeki ayrıntı noktayı öyle kavrayıp, ona sıkı sıkıya bağlı kalarak sıradışı sonuçlar üretir. Saplantı ve önyargı, birbirlerini tamamlayan ve haz prensibi doğrusunca yaşayan iki düşünme tekniğidir.

* Eskiden büyük sözler edebilmek için çok kitap okumak gerekiyordu şimdi ise çok aşık olmak. Bu aşk, ne kadar gerçekleştirememişse kendini, büyük sözler de o derece inandırıcı olacaktır. Görünümler dünyasının görüntüler dünyasına olan üstünlüğüne benzer biçimde, inandırıcı olmak da inanca karşı yadsınmaz bir üstünlük taşır.

* Pierre Reverdy imgenin katıksız zihnin yaratımı olduğunu söylüyor. Bugün bunun tersini yaşıyoruz. Zihnin imgeler tarafından yaratıldığı bu dönemde yabancılaşmanın yerine ancak parçalanmadan söz edebiliriz. Her parça, anın zihnini taşıyor. İmgelem, sürekli doğurarak kendini kaybettiren bir yoğunluk olarak var. Artık şiiri yazan şair değil, şairi yazan şiirin ta kendisi.

* Yitirilmiş olanla yok edilmiş olan arasında derin bir uçurum vardır. Birincisi uygarlığın nedenidir, ikincisi nedensizliğin nedeni.

Andre Breton
Sürrealismus
1. Mucize İddiası
Harun Yahya (Adnan Oktar)’ya ait sitelerden: 

Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve Ay yarıldı. (Kamer Suresi, 1)
“Kamer” kelimesinin Türkçedeki karşılığı “Ay”dır ve Kamer Suresi’nde “Ay” kelimesi birinci ayette yer almaktadır. Bu ayetten itibaren Kuran’ın sonuna kadar tam 1390 ayet bulunmaktadır. Hicri Takvim’de 1390 yılı Miladi Takvim’e göre 1969 yılına denk gelmektedir ki bu da Ay’a çıkış tarihidir. Bu surede insanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden birine 14 yüzyıl evvel işaret edilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.)

2. Sayısal Saptırmalar

a. Kamer/1′den Kuran’ın Son Ayetine Kadar 1390 Ayet
Ay kelimesinin yer aldığı Kamer Suresi’nin birinci ayetinden Kuran’ın son ayetine kadar tablodan da görebileceğimiz gibi 1390 ayet mevcuttur. Saymak isterseniz otomatik sayan herhangi bir yazılım kullanabilirsiniz.(Excel, Openoffice calc, vs..) Biz sayma işlemini bağlantıdan ulaşacağınız Diyanet tablosunu Excel’e aktarıp ayet sütunu için “Otomatik toplam” tuşunu kullanarak gerçekleştirdik. Elbette ki önemli olduğunu düşünüyorsanız elinizle teker teker saymanızın bir sakıncası yok.

Ayetlerin toplamının 1389 olduğunu söyleyen Ömer Çelakıl ise daha baştan yanılmıştır. Biz ayet sayısını doğru veren fakat olayları çarpıtan Harun Yahya ile devam edelim…
BBC'nin "Just So Darwin" adıyla hazırladığı bu çizgi dizi, evrimsel bir bakış açısıyla, hayvanlar alemini merak uyandırıcı hikayeler ve dikkat çekici animasyonlar eşliğinde anlatıyor. Bu seri 12 bölümden oluşuyor. Her ne kadar çocuklar için olsa da evrim mekanizmasının işleyişine dair güzel bilgiler ve doyurucu bilgiler içermesi bakımından her insan için keyif verici bir yapım.
Ateist komedyen Ricky Gervais "Out of England 2 - The Stand-Up Special" adlı gösterisinin bir bölümünde Nuh Tufanı üzerine konuşmalar yaparak, eğlenceli bir şekilde bu dini hikayenin geçersizliğini ve bu hikayedeki mantıksal hataları gösteriyor.

Elbette bunun bir komedi gösterisi olduğu unutulmamalı ve dolayısıyla sanki her karesi ciddi bir eleştiriymiş gibi algılanıp, ateist bir bakış açısının ne kadar yetersiz olduğu gibi bariz bir yanılgıya düşülmemeli.

Ancak yine de eğlence kılıfıyla ileri sürülen iddialar olsa da bu gösterideki eleştiriler, yadsınamaz bir şekilde çok büyük haklılık payı içeriyor. Belki de bu kadar samimi bir mantık bile dini hikayelerin sadece birer efsane olduğu yönünde yeterli ipuçları vermekte yeterlidir.
bir zamanlar, henüz bakireyken, inanırdım ki
-ve ben de bakireydim bir zamanlar senin gibi-
belki bir gün bana da biri gelir
o zaman bilmeliyim ne yapacağımı.
ve eğer parası varsa
ve kibarsa
ve yakası hep temizse
ve kadınları da iyi anlarsa
o zaman "hayır" derim ona.
kafamı havaya kaldırırım.
umursamam hiç.
ay bütün gece parlasa da
sandal iskeleye bağlanmış da olsa
başka bir şey olamaz.
evet, o zaman öylece yatıp duramam!
evet, o zaman soğuk ve kalpsiz olmam
gerekir.
o zaman yalnızca
"hayır" demem
gerekir.

ilk gelen kenttendi.
ve gerçek bir erkekti.
ikincinin üç gemisi vardı limanda
ve üçüncü deli oluyordu bana.
ve paraları olduğu için
ve kibar oldukları için
ve yakaları hep temiz olduğu için
ve kadınları iyi anladıkları için
onlara "hayır" dedim.
kafamı havaya diktim
hiçbirini umursamadım.
ay bütün gece parladı
sandal iskeleye bağladı
ama başka bir şey olamazdı.
evet, öylece yatıp kalamazdım!
evet, soğuk ve kalpsiz olmalıydım.
evet, çok şeyler olabilirdi!
ama ben yalnız "hayır" dedim.

ama günlerden masmavi bir gün
biri geldi, beni istemeyen.
ve şapkasını gidip odamdaki çiviye astı
ve ben ne yaptığımı bilemedim artık.
ve parası yoktu
hiç de kibar değildi
ve yakası hep kirliydi
kadınları da hiç bilmezdi
ona "hayır" diyemedim.
kafamı havaya kaldırıp
umuramadan duramadım.
ah, ay bütün gece parladı
ve sandal açıldı iskeleden
başka türlü olamazdı.
evet, o zaman uzanıp yatmak gerekir!
evet, soğuk ve kalpsiz olamazdım!
ah, öyle çok şey oldu ki
"hayır" diyemedim.

Bertolt Brecht
Üç Kuruşluk Roman; Polly Peachum'un Şarkısı
İngilizcesi "The Man Who Planted Trees" olan ve türkçeye "Ağaç Eken Adam" olarak çevrilebilecek '87 yapımı, 30 dakikalık bir animasyon başyapıtı.

Çalışmak, özen göstermek, kendini adamak, çıkar gözetmemek, karşılık beklememek... Hızlı tüketim alışkanlığının, kolay yoldan bir şeyler elde etme arzusunun gitgide yaygınlaştığı bir çağda bizden daha da uzaklaşan şeylerle ilgili yani bu film. Tek bir insanın isterse dünyayı nasıl da daha güzel bir yer haline dönüştürebileceğiyle ilgili. İnsanlık birinci ve ikinci dünya savaşlarıyla meşgulken diğer insanlardan uzak izole bir hayat süren, savaş dahil dış dünyanın tüm gündelik meselelerine ilgisiz bir yaşlı çobanın hikayesi. Bir şeyler uğruna ölmeye pek meraklı, hayatı bir savaş ve bu savaşı kazanmak için yapılacak her şeyi mübah görmeye alışmış insanlarımızı düşündükçe bu yaşlı çobanın bir şeyler uğruna yaşamayı ve yeryüzünde cenneti yaratmaya varan sabrı, dinginliği ve mükemmeliyetçiliği daha da önem kazanıyor gözümde.
Ey sen, dünyada mevcut her şeyi yarattığı söylenen: hakkında en ufak bir fikrim olmayan sen; ancak lafta tanıdığım ve her gün yanılan insanların bana söyledikleri kadar bildiğim sen; tanrı denen acayip ve hayal mahsulü varlık, kesinlikle, gerçekten ve herkesin önünde ilan ediyorum ki sana en ufak bir inancım yok. Ve bunun da nedeni gayet mükemmel: dünyadaki hiçbir şeyin akla yatkınlığına kanıt olmadığı saçma bir varoluşa beni ikna edecek hiçbir şey bulamıyorum.

Ey yanlışın ve fanatizmin kör ettiği zayıf ve saçma faniler, tepesi tıraşlı rahiplerin batıl inancının sizi gömdüğü tehlikeli yanılsamalardan vazgeçin! Onların size bir Tanrı sunmalarındaki müthiş çıkarı ve bu tür yalanların sizin mallarınız ve ruhlarınız üzerinde onlara sağladığı itibarı düşünün! Yüreğinizde bir ibadet ihtiyacı duyuyorsanız, tutkularınızın somut nesnelerine yönelin: gerçek bir şey sizi en azından bu doğal saygı içinde tatmin edecektir. Ama tanrıya yönelik iki, üç saatlik sofuluğun ardından ne hissediyorsunuz? Sizin duyularınıza hiçbir şey sağlamayan soğuk bir hiçlik, tiksinti verici bir boşluk. Düşlere ve gölgelere tapmış olsaydınız da duyularınız aynı durumda olurdu! İndirin batıl inanç ağacına son darbeyi; dalları budamakla yetinmeyin: Etkileri bu kadar bulaşıcı olan bir bitkiyi tamamen kökünden söküp atın!

Tanrıları devirerek, aşıralım gök gürültülerini onların ve yıkalım bu ışıltılı şimşekle ürkütücü bir dünyada hoşumuza gitmeyen her şeyi!

Marquis de Sade
Tanrıya Karşı Söylev (Tanıtım Bülteni)
Ben kendim değilim, ama olmak isterim.
- Jean-Paul Sartre

Milyonlarca insan elmanın düşüşünü gördü, görüyor. Ancak sadece Newton, 'Neden?' diye sordu.
- Bernard Baruch

Yazık ki, gerçekler çoğu zaman ince bir zeka ürünü değildir.
- Fyodor Dostoyevski

Biri sizi en azından dinliyorsa, durum o kadar da kötü sayılmaz.
- J. D. Salinger

Nerede olursam olayım, vaktimi yitiriyormuşum gibi bir duyguya kapılmaktan korkuyorum.
- Marguerite Duras
İnsan türünün alet yapabilme ve örgütlenebilme yetisi kazandığı zamanın ertesinde yaratıcı düşünebilme, yani “simgeleme / anlamlandırma” yeteneği kazandığı görülür. Simgeleme, yaratıcı düşünme gücünün bir ürünüdür çünkü simgelemeyle kompleks bir duygu ya da düşünce daha kolay ifade edilir. Bu sebeple bazı düşünürler ve yorumcular, sanatın başlangıcını insanın simgeleme yetisi kazandığı dönemlere kadar götürür.

Beyin hacminin gelişimine bağlı olarak kazandığı bu yeti, “dil gelişimi“yle büyük paralellikler taşır. “Dil“deki gelişimin mi beyin gelişimini tetiklediği yoksa tersi durumun mu geçerli olduğu konusudaki tartışmalar bir yana bırakıldığında, hem dildeki hem de beyindeki gelişimin insan türündeki fetişist duygulanımı zaman içinde geliştirdiği kesindir. Fakat tüm evrimsel uyum süreçlerinin-gelişimin temelinde insanın alet yapabilme ve örgütlenebilme özelliği vardır.

İlkel insanın hayatta kalabilme dürtüsünün sonucu olarak onu hayatta tutan nesnelere yönelik geliştirdiği “fetişist” duygulanım, dinsel inanış ve düşüncelerin arkaik yapısını oluşturmaktadır.
Aletler, bizim amaca yönelik düşünmemize, nesneler yapmamıza, bize daha iyi uyacak bir dünya yaratabilmek için bir şeyler yapmamıza olanak sağlamıştır. Şimdi mutlu bir alet yapma gününün ardından, çevresini incelemekte olan ilk insanı hayal edin. Etrafına bakıyor ve onu çok mutlu eden bir dünya görüyor:

Arkasında içinde mağaralar olan dağlar -dağlar önemlidir, çünkü gidip mağaralarda saklanabilir, yağmurdan korunur ve ayılar ona ulaşamaz- önündeyse orman -içinde kabuklu yemişler, böğürtlenler ve lezzetli yiyecekler olan- vardır. Yakından geçen nehir suyla doludur -su içilebilir, içinde teknesini yüzdürebilir, türlü çeşitli işler yapabilir. İşte kuzen Ug, görünüşe göre bir mamut yakalamış -mamutlar çok önemlidir, etlerini yiyebilir, postlarını giyebilir, kemiklerini silah yapmak için kullanıp başka mamutlar yakalayabilirsiniz.

Demek istediğim bu müthiş bir dünya. Ama bizim ilk insan düşünüp taşınacak bir vakit bulmuştur, kendi kendine der ki, "Peki, içinde bulunduğum bu dünya ilginç bir yer."

Sonra kendi kendine onu arkadan vurabilecek, bütünüyle anlamsız ve yanıltıcı bir soru sorar. Doğası gereği, böyle biri olarak evrimleştiği ve böyle düşünerek geliştiği için bu soruyu sorar.
"Are We Still Evolving?" türkçeye " Hâlâ da Evriliyor muyuz?" veya "Evrimimiz Hâlâ Devam Ediyor mu?" şeklinde çevrilebilir. Belgeselin adından da anlaşılacağı üzere insanlığın günümüzde evriminin devam edip etmediği sorusundan yola çıkılıyor.

Özellikle yakın zamandan bu yana insanların bir şekilde evrilip yeni özellikler kazanıp kazanmadığı sorgulanıyor. Bunun için evrimin ne hızda yol aldığı inceleniyor. Bununla birlikte insan tarihindeki kültürel değişimin insan evrimini etkileyip etkilemediği, bir etki varsa ne yönde olduğu araştırılıyor.

Günümüzdeki teknolojik ve bilimsel gelişmeler ışığında evrim daha modern bir şekilde inceleniyor ve doğal seçilimin gelişen tıp ve mühendislik sonucu etkisizleşip etkisizleşmediği irdeleniyor.

1 saat süren belgesel, oldukça az ve öz -hatta çarpıcı- bir şekilde insan evriminin nasıl gerçekleşip, özellikle şu an ne aşamada olduğunu ve gelecekte bizleri nelerin beklediğini anlatma konusunda gayet başarılı.

İzlemek İçin Tıklayın...

Kaynak
“Bu şehirde düşünen bir kişi var. O da hapiste”

Gerçek bir hikâyeye dayalı bir tiyatro oyunundan uyarlanan ve 1920’lerde Birleşik Devletler’de evrim teorisini öğreterek kanunu ihlal etmekle suçlanan bir öğretmenin yargılandığı davanın hikayesi.

Filmi birkaç farklı kavram üzerinden değerlendirmek mümkün; mahalle baskısı, düşünce özgürlüğü, hukuk sistemi, dinsel fanatizm ve (siyasi ve ekonomik sistem olarak) liberalizm. Bu kavramları tartışmaya açmaya çalışan senaryo farklı tiplemeler üzerinden karşımıza getiriyor bunları; yerleşik değerlerden farklı bir fikri öğreten bir genç öğretmenin maruz kaldığı mahalle baskısı, insanların farklı olma hakkını ve düşünce özgürlüğünü savunan bir avukat, rahip ve savcının örneği olduğu her türlü fanatizm, “girişimcilik ve serbestlik” üzerinden (ve aslında sadece bu nedenlerle) öğretmenin yanında olan bankacı ve kalabalıkları (ve yerleşik değerlerine körü körüne sadık olan) ve çoğunluğu temsil eden kasaba halkı. Tüm bu kavramlar ve tiplemeler oyunun/filmin anlatmak istediklerine birer araç görevi görüyorlar ve bu da zaman zaman belki özellikle tiplerin karaktere dönüşememesi şeklinde kendini gösteriyor.

Ağırlıklı olarak mahkeme salonunda geçen film, her ne kadar bir oyundan uyarlanmış olsa da laf cambazlıkları, espriler ve akıllı bir mizansen ile tiyatro havasını rahatça aşmış. Bunu destekleyen elbette bir de Spencer Tracy var. Amerikan sinemasının bu dev oyuncusu tam bir oyunculuk şovu yapıyor ve filme damgasını vuruyor. Frederic March ise bazen abartıya kaçsa da etkili olmayı başarıyor.
Büyük balığın küçük balığı yuttuğu doğada merhamet neye yarar? Nereden gelir, neyle beslenir? Bilimciler şefkat, rekabet ve dayanışmanın gizemini ayna nöronlarda, karınca kolonilerinde ve arı kovanlarında aydınlatmaya çalışıyor.

Fyodor Dostoyevski bütünüyle kusursuz ve erdemli bir insanı anlattığı Budala adlı romanında “Merhamet, insan varoluşunun temel ve belki de yegâne ilkesi” yazmıştı. Merhamet istisnasız her kültürde en yüce duygu. 12 kil tabletten oluşan ilk yazılı metin Gılgamış destanından çağdaş edebiyata en mühim erdem. Sami dillerde merhamet ile aynı kökten gelen rahim, hayata başladığımız yer. Merhamet sadece insanın değil, hemen her inanışa göre Tanrı’nın da vasıflarından biri.

İÇİNDE NE VAR?
Richard Dawkins, Gen Bencildir adlı kitabında her genin varoluş temelinin kendi sürekliliğini sağlamak olduğunu savunuyor. Bir gen için var olmakla yok olmak arasındaki fark, o genin ifade edildiği organizmanın yaşam ve üreme başarısına bağlı. Böyle bir düzende hangi “budala” organizma, başkalarının acısını, zayıflığını paylaşır, hatta bu uğurda kendi yaşamına mal olabilecek fedakârlıklar yapar?

Peki, insanların ve genlerin bencil olarak nitelendirildiği dünyada merhametin yeri neresi? Sorgulamaya, merhamet duygusunu oluşturan iki bileşenin, empati ve fedakarlığın biyolojik mekanizmasını inceleyerek başlayalım.
The Human Mind, 3 bölümlük bir belgesel. Adından da anlaşılacağı üzere insan beyninin nasıl çalıştığını anlatıyor. Bu çalışmanın içerisinde, nasıl hatırladığımız, duygularımızın nasıl oluştuğu, yeni bir fikre nasıl sahip olduğumuz, bir şey öğrendiğimizde beynimizde neler değiştiği, kişiliğimizin gelişimi ile beynimizin ilişkisi yer alıyor.

Bu belgeselin, bu blogda yayınlanmasının asıl sebebi, ikincil bir alt anlama sahip olmasındandır. Şöyle ki; bu belgesel kapsamında, özellikle dindarlar tarafından ileri sürülen ruh ve ruhun niteliklerine ilişkin iddiaların, aslında beyinin birer işlevinden ibaret olduğu işleniyor. Elbette bu belsegel serisinde böyle bir konuya asla değinilmiyor, ki zaten bilimsel bir belgesel olduğu için sadece bilim kapsamında konuyu ele alıyor, ama oldukça açıklayıcı bir şekilde insan davranışı ve kişiliğini beyinin çalışması ile açıklanabilir olduğu ortaya konuluyor. Böylece ruh vb. ek açıklamalara gerek duyulmadığı da ortaya çıkıyor.

Zaten Robert Winston'un elinden çıkmış bir belgesel olarak, ince bir anlamda dahi olsa, dini iddiaların geçersiz olduğunun bilimsel olarak dolaylı yoldan gösterilmesini beklemek yanlış olmaz. Robert Winston, daha sonra çektiği "The Story of God" adlı belgesel ile de tanrıların tarih içerisinde nasıl oluştuğunu ele almıştır.

Hayyam
İzlemek İçin Tıklayın...