Putperest İbadetleri
Ayinler, namaz, oruç, hac, kurban, sünnet, takı, tütsü ve büyüler, ilahiler ve şiirler, sembol ve dövmeler… Tanıdık geldi mi?

Putperestlik, Farsça kökenli bir sözcük olan put sözcüğünden türemiştir. Tanımı şöyledir: Bazı ilkel toplumlarda doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne, tapıncak, sanem, fetiş.

Putperest İbadetleri
Buradan yola çıkarak putperestlik tanımını; doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne tapımı, olarak yapabiliriz.

Putperestlik farklı şekillerde tanımlandığı ve farklı çeşitleri olduğu gibi aynı zamanda paganizm ile denk biçimde kullanılmıştır. Fakat paganizm ve putperestlik farklı anlamları içerir.

Paganizm, Latince paganus yani kırsal sözcüğünden türemiştir. Roma dönemi şehirlerde yayılan Hristiyanlığın köylüleri etkileyememesinden dolayı Hristiyanlık dışında kalan inançlar pagan olarak adlandırılmıştır. Günümüzde İbrahimi dinlerin, diğer inançlara verdiği genel isim olup politeizmi, çok tanrıcılığı ve putperestliği kapsar.

Bu başlık altında paganizm ve putperestliğe ait adet ve ibadet şekillerini ele alacak, özellikle İslam öncesi Arap putperestliğinden örnekler vereceğiz.
Evrim, canlılığın zaman içerisindeki değişiminin göstergesidir. Dünya üzerinde yaşamış olan türlerden %99 unun, günümüzde soylarının tükendiği düşünülmektedir. Soyların tükenmesi, canlılığın evrimleşmesinin bir yoludur. Evrimin temel bileşenlerinden birisi olan doğal seçilim, ortam şartlarına uyum sağlayamayan veya diğer türler arasında başarısız kalan türlerin, doğa tarafından seçilime uğrayarak sayılarının azalmasını ve sonunda da ortadan kalkmalarını gerektirir.

Canlıların sahip oldukları kalıtım maddesi (DNA), canlılar arasındaki akrabalık derecesinin temel göstergesidir. Kural olarak, yakın akraba olan türlerin veya aynı atasal canlıdan evrimleşerek bugünkü halini almış olan türlerin, DNAlarındaki baz dizilimleri birbirlerine benzerdir. DNA benzerlik derecesi, türlerin birbirlerine ne denli yakın akraba olduklarının en önemli ve tartışmasız kanıtıdır. Örneğin; goriller ile aynı ortak atadan evrimleşmiş olan insanların (lütfen dikkat ediniz, gorillerden evrimleşmiş değil!!) DNları, birbirlerine çarpıcı şekilde benzerlik gösterir. Bilim adamları tarafından, canlı gruplarının gen frekansları ve protein yapıları üzerinde yapılan araştırmalarda, zaman içerisinde meydana gelen evrimsel değişiklikler ortaya çıkarılmaktadır.
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy, Türkiye'de Evrim Teorisinin tartışılacağı bir zemin olmadığı düşüncesinde. Programlarında olmasına rağmen üniversitelerde bile evrimin hakkıyla ele alınmadığını belirten Demirsoy'a göre, topluma dogmatik düşünceler hâkim oldukça durumun değişmesi zor gözüküyor.

Bugün Türkiye'de kaç üniversitenin programında Evrim Teorisi dersi var?
Program olarak çoğunda var ama yaklaşık 81 üniversitenin 50'sinde zorunlu değil. Göstermelik olarak açılıyor ve içeriğine bakıldığında da verilmesi daha kötü sonuçlara yol açıyor. Çünkü evrim dersini anlatan kişilerin bilgi düzeyleri yeterli değil. Bu yüzden dersi geçiştirmeye çalışıyorlar. Bir kısmı da ideolojik nedenlerle farklı şekilde anlatarak evrim dersinde evrim karşıtı fikirler işliyor. Türkiye'de bu ders belki beş üniversitede hakkıyla veriliyor.

Neden böyle?
Fizikte evrenin kuruluşundan bugüne yasalar aynıdır. Mesela oksijenle hidrojenin birleşme kuralları 12-13 milyar yıl önce nasıldıysa bugün de aynıdır. Ama yeni şekillenmeler vardır. Evren her saniye çeşitli şekillere bürünürken, canlılar da evrenin şekil değiştirmesine uyum sağlar. Bu nedenle sizin de evrim dersini anlatabilmeniz için fizik, kimya, jeoloji ve astronomiyi bilmenizin yanı sıra biyolojik canlıları da tanımanız gerekir.
Farklı disiplinlere mensup bir çok bilim adamı, din sahasıyla ilgilendi. Dünya dinlerine dair kıtabında John Ferguson, aşağıdaki şekilde kategorize edilebilecek olan on yedi din tanımı sıralar: Bunlar, teolojik, ahlaki, felsefi, psikolojik ve sosyolojik tanımlardır. Ferguson’un örneklerinin kısa bir tasvirinin arkasından her bir tanımın merkezi ölçüsünü içeren özet bir ifade yer alacaktı.

Dinin Teolojik Tanımları:
Dinin Tanrı ya da bir kısım tabiatüstü manevi güçlerle ilişkili olduğunu vurgulayan tanımlar, dinin teolojik tanımları olarak adlandırılabilir. Ferguson’un bu tip örnekleri şunlardır:

a) “Din Tanrı’ya inanmaktır."
Bu tanım Fergusan tarafından “Din nedir?” sorusuna sağduyulu bir yaklaşım gösteren bir okul çocuğuna atfedilir. On üçüncü yüzyıl teologu St. Thomas Aquinas, dinin Tanrı’yla uygun bir ilişkiye işaret ettiğini ilan ettiğinde, yukarıdaki tanıma oldukça benzer bir şey söylemişti (Hall, Plgrim ve Cavanagh tarafından iktibas edildi, 1986, 6).

b) "Din, manevi varlıklara inançtır."
Bu, on dokuzuncu yüzyıl antropologu, E.B. Tylor’un görüşlerinin kaba bir özetidir. Tylor’u daha sonra detaylı bir şekilde tartışacağız ancak burada, ilk şekliyle dinin en düşüğünden en güçlü varlıklara kadar uzanan bir ruhlar hiyerarşisini içerdiğini kabul ettiğine işaret etmek yeterlidir.
Dini inançlarım hakkında yazılanlar, sürekli tekrar edilen koca bir yalandan başka bir şey değil. Tanrı’ya inanmıyorum; bunu hiç inkar etmedim, her zaman açık açık söyledim. Eğer içimde bir yerlerde dini olduğu söylenebilecek bir şey varsa, o da bilimimizin ortaya koyduğu kadarıyla dünyanın yapısına duyduğum sonsuz hayranlıktır.

***

Tanrı meselesi açıldığında, kendini bir agnostik olarak gördüğümü söyleyebilirim. Hayatı daha güzel, daha yaşanır kılacak ahlaki ilkeler açısından son derece önemli olan berrak bir bilincin, bir kanun koyucu fikrine, özellikle de ödül ve cezaya göre çalışan bir kanun koyucu fikrine ihtiyaç duyacağına inanmıyorum.

***

Deneyimleyebileceğimiz en iyi şey gizemli olandır. Hakiki sanatın ve hakiki bilimin can evindeki en temel duygudur bu. Gizem nedir bilmeyen, artık merak edemeyen, şaşırmayan birinin yaşadığı söylenemez, böyle biri eriyip gitmiş mum gibidir. Dinin kökeninde, korkuyla karışık olsa da, bu gizem deneyimi vardır. Nüfuz edemediğimiz bir şeyin mevcudiyetiyle ilgili, en derin aklın ve göz alıcı güzelliğin aklımızın sadece en temel biçimlerine ulaşabildiği tezahürleriyle ilgili bir bilgi – asıl dini tavır işte bu bilgiden ve bu duygudan oluşur. Bu bakımdan, ama sadece bu bu bakımdan çok dindar biriyim. Yarattığı canlıları ödüllendiren ve cezalandıran ya da kendiliğimizden bildiğimiz türden bir iradeye sahip olan bir tanrı fikri pek aklıma yatmıyor. İnsanın fiziksel ölümünden sonra nasıl ayakta kaldığını anlayamıyorum, böyle bir şeyin başıma gelmesini de istemezdim; zaten böyle fikirler sadece zayıf ruhların korkularına ve saçma bencilliklerine iyi gelir. Sonsuz hayatın gizemi, gerçekliğin muhteşem yapısıyla ilgili ipuçları, dahası doğada tezahür eden aklın ne kadar küçük olursa olsun bir parçasını anlamak için canı gönülden uğraşmak bana yetiyor.

Çok dindar bir inançsızım ben… Başka türlü, yeni bir dine inanıyorum.

Tanrının varlığı, kanıta dayanmadığı için hiç bir kant, tanrı ile ilişkilendirilemez. Tanrı, bireyci çıkarını toplumun çıkarının üstünde tutan insanların tanrılaşma isteğinin bilinçaltında yansıdığı düşten başka bir şey değildir. Kuşkusuz bu durumu kendileri bilmemektedirler. Olmayan bir şeyi hiçbir kanıt yok sayamaz.

Neden tanrının varlığı kanıta dayanmaz? Çünkü tanrıya inandığını söyleyen kişiler tanrıyı koşulsuz kabul etmişlerdir. Kanıt ile tanrıya ulaşmamışlardır; çıkarları öyle istediği için tanrıyı benimsemişlerdir. Bu yüzden kanıta gerek yoktur. Çünkü tanrının varlığının veya yokluğunun kanıtı yoktur. Kendi varlığının nedeni olarak tanrıyı görenlerin kanıt gibi oyalanacak olgulara gereksinmeleri yoktur. Çünkü bu yaşam geçicidir, zevk ve sınama merkezidir; amaç, sonsuz yaşamı bize vadeden öteki yaşamdır.

Tanrı ile kanıt arasındaki ilişki zor bir ilişkidir. Ancak, kanıtsız ve sorgusuz tanrıya inandığını söyleyen kişiler bir ev, bir araba, bir yat aldığında en ince detayına kadar sorgular ve onlarca soru sorarlar. Tanrıya taptığını söyleyen bir kişinin, son model bir arabası çizildiğinde çılgına döner. Gece yatağında rahat uyuyamaz bu kişiler. Akıllarında tanrı değil, araba, yat, kat, kadın/erkek gibi nesnel gereksinimler vardır. Bu yüzden tanrıya inandığını söyleyenler bilinçaltlarında kendi tanrılığına inanırlar. Yoksa bu denli varsıllık düşü, bu denli nesnel araçları elde etmek için bu denli çırpınmaz bu denli takla atmazlardı.
Kuran'ın Allah'tan inmiş olduğunun bir çeşit delili olarak ve Kuran'ın  bilimselliğinin bir iddiası olarak; ünlü deniz bilimcisi Kaptan Jaques Kusto'nun müslüman olduğu ve aya ayak basan  astronotlardan Neil Armstrong'un ayda ezan sesi duyduğu iddialarına yer veriliyor. Bu iddiaların doğruluğunu araştırınca, bu iddiaların gerçekdışı olduğunu Cousteau Vakfı ve Neil Armstrong'un açıklamalarından görüyoruz:

Kaptan Jaques Yves Cousteau Müslüman Oldu Mu?
Bazı müslümanlar, 1997 yılında vefat eden ünlü deniz araştırmacısı Jaques Yves Cousteau'nun Kuran'da yazılı bulunan bir ayeti görünce Müslüman olduğunu iddia etmişlerdir.

Onlara göre, "Cebelitarık boğazında tatlı su ile tuzlu suyun birbirine karışmadığını" bilen Cousteau, Kuran'daki Rahman Suresininin 19.ayetini görmüş de, "1400 yıl önce yazılan bu kitap bu gerçeği nasıl bilebilir?" diye düşünüp, bu büyük(!) gerçek sayesinde müslümanlığı kabul etmiş... (Rahman 19: İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar,(20)Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.(21)Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?"

Bu iddia'nın gerçekle ilgisi yoktur.  Kaptan Cousteau (Kusto), müslüman olmamıştır. 1997 yılında vefat eden Kaptan Kusto, Paris'teki Notrdam Katedrali'nde yapılan Hristiyan töreni ile defnedilmiştir. cenazesi, bir Cami'den cenaze namazı ile kaldırılmamıştır.

Kaptan Kusto'nun müslüman olduğu yalanına en güzel cevap Kapton Kusto'nun Vakfından gelmiştir. Aşağıda bir fotokopisini bulacağınız yazıyla, Vakıf, Kaptan Kusto'nun hiçbir zaman müslüman olmadığını açıklamaktadır:



Muhammed'den yüzlerce yıl önce yaşamış olan çeşitli denizci ve balıkçı toplumlar, denizler, nehirler ve gölleri dolaştıkça, bunların suları arasındaki  farkları elbette ki gözlemlemişlerdi. Bazılarının suyunun diğerine göre daha tuzlui daha acı ya da tatlı olduğunu biliyorlardı. Yağ ile suyun tam karışmasının mümkün olmadığını bilenler gibi, farklı coğrafi bölgelerdeki farklı kaynaklardan çıkan ve biriken suların birbirleriyle asla tam karışmadığını bilen bu toplumlardan kaynaklanan bilgileri, Muhammed ve arkadaşları hazırladıkları Kuran'a koydular. Durum, bundan ibarettir.

Neil Armstrong Ay'da Ezan Sesi Duydu Mu?
Yine, benzer şekilde, bazı müslümanlar, astronot Neil Armstrong'un aya ayak bastığı sırada ezan sesi duyduğu iddiasını ortaya atmışlardır. Bu da gerçekdışı bir iddiadır. Nitekim, 14 Nisan Temmuz 1983 tarihinde, Neil Armstrog'un ofisinden yapılan açıklamada aşağıda görüldüğü gibi, bu müslüman iddiası da yalanlanmaktadır:
    NEIL A. ARMSTRONG
                                              LEBANON, OHIO 45036
    
                                              July 14,1983
    
    Mr. Phil Parshall Director
    Asian Research Center
    International Christian
    Fellowship 29524 Bobrich
    Livonia, Michigan 48152
    
    Dear Mr. Parshall:
    
    Mr. Armstrong has asked me to reply to your letter and 
    to thank you for the courtesy of your inquiry.
    
    The reports of his conversion to Islam and of hearing 
    the voice of Adzan on the moon and elsewhere are all 
    untrue.
    
    Several publications in Malaysia, Indonesia and other 
    countries have published these reports without verifi-
    cation. We apologize for any inconvenience that this 
    incompetent journalism may have caused you.
    
    Subsequently, Mr. Armstrong agreed to participate in a 
    telephone interview, reiterating his reaction to these 
    stories. I am enclosing copies of the United States 
    State Department's communications prior to and after
    that interview.
    
                                  Sincerely
    
                                  Vivian White
                                  Administrative Aide
 

Kaynak
Kuran'ın ilk orijinali: Küçük taşlar, deri, ağaç parçası, kemik gibi çeşitli nesnelere yazılıydı. Yakıldı.

Kuran'ın ikinci orijinali: Ebubekir döneminde yapılan derleme. Yakıldı.

Kuran'ın üçüncü orijinali: Osman döneminde oluşturulan "azmalar". Bunlar da dünyanın hiç bir tarafinda yok.

Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran).

Kuran Nasıl Derlendi?
Kuran ayetleri bugünkü biçimi ile yazılıp bir araya getirilmiş değildi. Hadislerde peygambere vahiy olan ayetler çeşitli nesneler üzerine yazılıydı; hepsi de dağınık durumdaydı. Ayetler "Lihaf" (küçük taşlar), "Rıka" (deri ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt), "Ektaf" (deve ve koyun kemikleri), "Usub" (agaç parçası" gibi nesnelere yazılmıştı.

Yitip gitmesin diye tümünü bir araya getirme çabasına ilk kez Halife Ebubekir döneminde gerek duyuldu ve bu çabalar gerçekleştirildi.
Bir aktarma da "bunların tümünün peygamberin evinde, bir arada bulunduğu ve dağınıkken bir araya getirip, içinden eksilen olmasın diye ortasından iple bağlanmış olduğu" da açıklanır.
Bu başlık altında (yorum gönder kısmında) belirtmek istediğiniz kişisel görüşlerinizi veya düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. Bunun yanısıra değinilmesini istediğinizin bir konuyu belirtip veya aklınıza takılan ya da benim aklıma takılması gereken bir soruyu sorabilirsiniz. Kısacası diğer bölümlerden bağımsız bir çeşit iletişim olanağı sağlayan bir başlık olarak görebilirsiniz bu başlığı.
Önce "Ya varsa?" mantığının nereden geldiğini ve anlatmaya çalıştığını alıntılayarak konuya başlayalım;

Hz. Ali'ye (r.a), birisi geldi. Adam, ölümü, tekrar dirilmeyi, ahirette hesabı, cenneti ve cehennemi inkar ediyordu. Hz. Ali'ye: 

"Ya Ali, siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz. Siz cehennemden kurtulmak, cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor, mal harcıyor, zahmete giriyorsunuz. Bu zahmet değer mi? Hem ölümden sonra tekrar dirilmenin olacağı ne malum?" diye sordu.

Hz. Ali (r.a) adamı sükunetle dinledi, sonra ona şu cevabı verdi: 

"Evet, ölümden sonra dirilmek, hesaba çekilmek, cennete veya cehenneme girmek, ya senin dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz vardır. Önce senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa, seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce Allah için kıldığımız namazların, yaptığımız ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, güzel ahlakın, verdiğimiz zekat ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama, ya ahiret varsa, bizim dediğimiz doğru çıkarsa, senin hâlin nice olur?" diye sordu.

Adam, biraz durdu, düşündü ve sonra: 

"Vallahi, her iki durumda da siz kârdasınız, ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret, ben de müslüman olacağım," dedi ve müslüman oldu.

Şimdi, bu noktada müslüman her birey, "İşte cevap budur!" diye düşünebilir. Ancak yazı neredeyse baştan aşağı yanlışlıklarla ve bir anlamda da dinsel anlayış bozukluğuyla çevrilidir. Şimdi bunları aşama aşama inceleyelim;

1. İnkarcı olan adamın ateist olduğunu varsayalım (aslında o adam deist, agnostik veya panteist de olabilir ama daha yaygın kullanım olan ateisti kullanmayı seçiyorum). Ali için de şüphe yoktur ki müslüman diyebiliriz.

Konunun kısa özeti: İnkarcı olan adam Ali'ye gelir ve durumunu bildirir. Ancak Ali, "Sen haklıysan kimse bir şey kaybetmez." der ve müslüman olmayı seçenlerin 'kazançlı' çıkacağını ekler.

Burada ilk göze çarpan çıkar (menfaat) ilişkisine dayalı bir bağlılığın olduğudur. Yani Allah'ın varlığına inananlar ve O'nun dediğini yapanlar, karşılığını (cennet olarak) göreceklerdir; O'na inanmayanlar ve O'nun dediğini yapmayanlarsa yine karşılığını (cehennem olarak) göreceklerdir. Yani Allah'a inanmanın tek başına değerli olmadığı ve bir anlamda ödül veya cezanın O'na inanmada ve O'nun dediklerini yapmada bir gereksinim olduğu açıkça kabul edilmektedir.

Bu ne demektir? Yani aslında Allah inancı ve Allah sevgisi, ya cezadan korkmaya ya da ödüle konmaya dayanmıştır. Oysa aslında olması gereken, karşılık beklemeden sevmektir. Bu noktada müslümanlar hemen şu itirazda bulunacaklardır; "Bizler zaten seviyoruz ve karşılık beklemiyoruz, bu hikaye inanmayan birini dine çekebilmek içindir. O kişi dine gelince zaten güzellikleri görecek ve Allah sevgisini tek başına ödülsüz veya cezasız anlayacaktır."

Böyle bir iddia en hafif tabirle, 'sevimli' olarak karşılanabilir. Ancak ne yazık ki müslümanların çoğu zaten böyle bir felsefeyi sindirememişlerdir. Bunun yansımasını da, sürekli Allah'tan iyilik (kimi zaman hayırlılık) istemeleri ve her daim cennete gitme hevesi ile yaşamalarında görebiliriz. Yani her müslüman cennet motivasyonuyla imanını kuvvetlendirir. Cennet ve cehennem olmadan, gerçekten bir yaratıcıyı kabul edeceklerini sanmak, saflık olur sanırım.

İlk aşamanın özetini sunacak olursak: Allah'a karşı olan inanç ve O'nun buyruklarını yerine getirmek, ödül isteme ve cezadan korkma temelli bir sisteme bağlıdır. Buradaki Ali'nin söylemi de bunu destekler niteliktedir.

2. Buradaki ikinci önemli husus Ali'nin inkarcıyı davet ettiği dinle ilgilidir. Yani Ali'nin görüşüne göre ya "İslamiyet vardır ve doğrudur." ya da "İslamiyet yoktur ve dolayısıyla yanlıştır." Ancak burada gözden kaçan şey, dünyada yaklaşık 4. 300 din ve mezhep olmasıdır. Bu kadar fazla din içerisinde sadece İslam'a yönelmek ne kadar doğrudur?

Yukarıdaki sayı gerçekten ürkütücüdür. Ve bu dinlerin (hepsi olmasa da bir kısmının) birbiriyle çeliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla İslamiyet'i seçen biri, binlerce diğer dindeki Tanrı tasvirlerini ve dini anlayışı hiçe sayar. Peki bu sefer ben şöyle dersem ne olacak; "Tamam İslamiyet hak din ise dediğin gibi karşılığını alacağız, peki ya doğru olan din İslamiyet değilse?"

Burada yine müslümanların temel itiraz noktalarından birini ele almakta fayda var: "Tamam bir çok din var ancak İslamiyet son din ve bu yüzden en geçerli olanı."

Bu iddia doğru olabilirdi, ancak şu bilgiyi de göz önüne almalıyız; İslamiyet'ten sonra onlarca (irili ufaklı) din ortaya çıkmıştır ve bu dinlerin ortaya çıkışı hem İslam'ı yalanlamakta hem de daha güncel dinlerin varlığını göstermektedir. Burada yine şunu duyar gibiyim; "İslamiyet hem son din hem de hak din ama diğerleri uydurma".

Böyle bir söylem aslında konudan uzaklaşıldığının ve objektiflik değerinin yitirildiğinin göstergesidir. Çünkü İslamiyet'in hak ve doğru din olduğunu, ortada kalan (kafası karışık) bir birey neden kabul etsin? Şöyle düşünün; önünüzde (en az) iki satıcı var ve ikisi de aynı malı satıyor ama biri, "Benim malım daha iyi." diyor. O adamın doğru dediğini nereden bileceğiz? Nihayetinde iki satıcıdan da mal alan insanlar var ve herkes aldığı maldan mükemmellik derecesinde memnun. Yani şunu diyorum "İslamiyet kime göre doğru olan din?"

İkinci aşamanın özetini sunacak olursak: Dünyadaki milyonlarca dinden hangisinin doğru olduğunu bilmememize rağmen İslamiyet'in diğer dinlerden üstün tutmak oldukça basit, yanlış ve taraflı bir mantıktır.

3. Burada ele alınacak konu, inancın nasıl bir şey olduğu ve bunun kontrol edilip edilemediğidir. Böyle bir girişle, anlayacağınız üzere, konuyu şuraya getireceğim; "İnanmayan bir insan sırf ödül uğruna veya cezadan korktuğu için gerçek bir inanç veya iman sergileyebilir mi?" Bu aslında çok önemlidir çünkü bilindiği üzere İslamiyet'te iman çok önemlidir. Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, ahirete ve kadere (kazaya) iman gerekmektedir. Peki bunlar için iman beslemek, içten gelen bir şey değil midir? O halde inanmayan birinin özellikle Allah'a ve İslamiyet dinine bağlanmasını nasıl sağlarsınız?

Aslına bakılırsa burada biraz da empati yapmalıyız. Şöyle ki: Bu yazıyı okuyan her müslüman Allah'a inanmaktadır ve biri gelip size şöyle diyor; "Allah'a inanıyorsun ama aslında doğru olan Tek Boynuzlu At'a inanmak. Asıl yaratıcı O ve O'na inanırsan ödül, inanmazsan ceza alacaksın!" Şimdi kaç müslüman o Tek Boynuzlu At'a inanmayı seçti sizce? Tabii ki hiçbiri(niz). Ama yine de biraz hayal gücümüzü zorlayalım ve Tek Boynuzlu At'ın varlığını sırf ödül ve ceza sebebiyle kabul ettiğinizi düşünelim; bu durumda gerçekten de öyle bir varlığın olduğuna içten inanabilecek misiniz?

Dürüst olmakta fayda var; kimse içinden gelmediği sürece bilmediği bir varlığa karşı tam bir inanç besleyemez. Yani Ali, inkarcıyı dine çağırabilir, hatta o inkarcı dine geçebilir, ama biliyoruz ki tam bir iman sergilemediği sürece (ki çoğu inkarcı böyle bir imanı besleyemez zaten) hep bir eksiklik olacaktır.

Burada hemen müslümanlardan gelebilecek olan bir fikre değineyim; "Doğru, iman gereklidir ama o adam dine geçince dinin güzelliğini görüp hayran kalıp zaten imanı sağlayacak, tamamlayacak." Bu iddia da, hoş bir iddia olmaktan öteye geçemez. Bunun sebebi de, o inkarcının din bilgisinden yoksun olduğunu varsaymanız. Aslında "Her inkarcı dinden bihaber olduğu için dinden çıkıyor." düşüncesi çoğunlukla yanlıştır. Ben ve tanıdığım bir çok kişi, dinin içeriğini bildiği için, din yüzünden dinden çıkmıştır ve inkarcı konumuna gelmiştir, ve genellikle aslında mantık (durum) böyle işler. Yani dini sistemi beğenmeyen inkarcılar için yukardaki gibi bir düşünce beslenmesi yersizdir.

Üçüncü aşamanın özetini sunacak olursak: İnanç içten gelen bir şeydir. İnanmayan birini siz dine kazandırdığınızı düşünseniz dahi aslında imanı tam olarak gerçekleştiremez, özellikle dinin içeriğini bilerek çıkan birinin imanı hemen hemen hiç tamamlanamaz.

4. Burada dile getirmek istediğim şey şudur: İnkarcı bir insan her koşulda cehenneme mi gider? Yani bir insan iyilik yaparak hayatını geçirse dahi, sırf yaratıcıya inanmadığı için cehenneme mi gider? Eğer bu soruya cevabınız, "Hayır önemli olan iyilik yapmasıdır." ise, o halde bir din çatısında birleşmenin bir anlamı yoktur, yani maksat iyilik ise dindar olmanın bir anlamı yoktur. Ancak bu soruya vereceğiniz cevap "Evet sırf inanmadığı için cehenneme gider." ise o zaman kutsal dinin kutsallığından az da olsa şüphe etmek gerekir.

Şimdi burada müslümanlarca sunulacak cevaplardan ilk aklıma geleni söyleyeyim; "Cennetin katları vardır ve inanmayıp iyilik yapanlar da cennete gider ama daha aşağı seviyedeki cennete, hem inanıp hem iyilik yapanlarsa çok daha üst yerlerdeki cennete gider." Bu iddia bile inancın cennet için şart olduğuna ters düşer. Cennette olduktan sonra daha iyisini isteyecek kadar hırs dolu mu olmalıyız, yoksa aldığımıza 'şükredip' cennetin keyfini mi çıkarmalıyız?

Daha sert yaklaşım olan; "Tabii ki cehennemde yanacak, bu kadar kanıt varken O'na itaat etmeyen bir insan yanmalıdır." düşüncesini ele alırsak: Bu iddia çok ürkütücüdür ve zaten cevap vermeme bile gerek yoktur, bu düşüncedeyseniz dininizin ne kadar vahşi olduğunu da kabullenmek durumundasınız. Bununla birlikte kısaca üzerinden geçelim ki; Allah'ın varlığı için yeterli kanıt yoktur, sorgusuz bir iman beslenmemesi durumunda, yani mantığın dışlanmaması durumunda, yaratıcı bir güç için yeterli bir kanıt olmadığı ortadadır.

Bu aşamanın özetini sunacak olursak: İnkarcı biri hayatını iyilik ile geçirse ve Allah'a inanmasa dahi cennete gidecekse inanmanın gereği yoktur. İnkarcı biri hayatını iyilik ile geçirse dahi sırf O'na inanmadığı için cehenneme gidecekse de dinin temelleri iyilikle değil, tapınmayla kuruludur ve çok serttir.

5. Bu aşama biraz daha derin bir felsefi irdeleme içeriyor ve herkese göre kesinlik taşımayacağına eminim. Burada sorgulanan şey İslamiyet'i kabul eden birinin eğer yanılıyorsa bir şey kaybedip kaybetmeyeceğidir. Yani hikayenin ana fikrinin başlangıcı şuradan kaynaklanıyor: "Biz inanırsak ve yanılırsak bir şey kaybetmeyiz, siz inanmaz ve yanılırsanız çok şey kaybedersiniz."

Burada incelemeye değer olan şey, inananların eğer yanılıyorlarsa gerçekten bir şey kaybedip kaybetmeyecekleri. Benim gibi düşünecek olursanız, bir dine girmek, ilk başta fiziki olarak bir şeyler yapmamızı gerektirir (namaz, oruç, kabe ziyareti vs.). Eğer yanılıyorsak o kadar fiziki içerikli hamleler ve o hamleler için harcanacak zaman hep boşa gidecektir.

Ama şöyle düşünebilirsiniz; "Tamam fiziki bir şey yapacağız ama namaz, oruç, kabe ziyareti vs. zaten zararlı şeyler değil ki?" Bu açıdan bakabilmeyi isterdim ama namazı bir insanın kendini alçaltması, orucu sağlık açısından zararlı gören biriyseniz böyle bir iddiaya katılmanın mümkün olmayacağını anlarsınız. Ancak bu tartışmaya açık bir konudur ve buna girmek istemiyorum, konu dağılmasın diye.

Fiziki zahmetlerden çok daha önemli olan bir konuya geçmek istiyorum; insan inanırsa, en başta hayattaki amacını kaybeder. Burada 'hayattaki amacı'nı kaybeder dememdeki mantığı açıklayayım hemen: Bana göre insan, hayatta neden olduğunu bulmak için vardır / var olmalıdır. Ancak inanan biri, zaten neden dünyada olduğunu bilir (sınav için) ve geri kalan şey, kendisinden yapılmasını istediklerini yapmaktır. Bence eğer inanan biri yanılıyorsa, koca bir hayatı yanılgı içerisinde geçirmiştir ve koca hayatı yanılarak geçirmek (öldükten sonra bunun farkında olmayacak dahi olunsa) korkunç bir şeydir.

Burada şu itiraz hemen söylenebilir; "Ama sen de yanılıyor olabilirsin ve bu da korkunçtur hem de bu korkunçluğu öldükten sonra anlayacak ve daha da korkacaksın!" Elbette ben de yanılıyor olabilirim ama şunu söyleyebilirim ki ben (ve benim gibiler) gerçeği aradık ama bulamadık. Özellikle dogmatik müslümanlar gerçeği hiç aramadan buluyorlar ve sanırım gerçeği aramak önemlidir benim için. Ortay konan bir çaba olduktan sonra gerisi teferrüattır diyebilirim.

Bu aşamayı da özetleyecek olursak: İnanan biri yanılıyorsa tüm hayatını büyük bir yanılgı ile geçirecek, mucize diye akıl dışı şeylere inanacak, hayatını kul (köle) olarak geçirecek ve tüm bu şeyleri bir hiç uğruna yapacak; bu da oldukça önemli bir kayıptır.

*****

Kısaca toparlayacak olursam, bu beş aşamalı yaklaşım ile "Ya varsa?" mantığının aslında hem ne kadar anlamsız hem ne kadar dine ve mantığa aykırı olduğunu bir nebze de olsa irdelemiş bulunuyoruz. Şundan eminim ki müslüman biri için bunlar mantıklı gelmeyecektir, ama bunların, en azından söylenmesi gereken şeyler olduğunu ve tipik müslüman iddiası olan "Ya varsa?" argümanına, "Ya varsa?" argümanından daha mantıklı bir yaklaşımla verilmiş hazır bir cevabın olması da hoş bir şey.

Hayyam
Yalnızlığa çekilmek ister misin kardeşim? Kendine giden yolu aramak ister misin? Biraz daha dur ve beni dinle.

“Arayan, kolaylıkla kaybolur. Her türlü yalnızlaşma suçtur.” – böyle konuşur sürü.

Sürünün sesi senin içinde de çınlayacak hâlâ. Ve, “Artık sizinle aynı vicdanı paylaşmıyorum.” desen bile, bir yakınma ve bir sancı olacak bu.

Bak, tam da bu vicdan bir sancı doğurdu; ve bu vicdanın son pırıltısı hâlâ ışıldıyor senin kederinde. Ama sen kederinin yolundan, yani kendine giden yoldan mı gitmek istiyorsun? Göster bakalım bana, bunun için hakkın ve kudretin olduğunu!

Sen yeni bir kudret ve yeni bir hak mısın? Bir ilk hareket misin? Kendi kendine dönen bir çark mısın? Yıldızları da zorlayabilir misin, senin etrafında dönsünler diye?

Ah, o kadar şehvet duyulur ki yükseklere! Öyle sancıları vardır ki hırslıların! Şehvetlilerden ve hırslılardan olmadığını göster bana!
Mümkün olan en küçük olaydan en büyüğüne kadar, evrendeki herşey için bir açıklama bulabileceğinizi hayal edin. Bu, Einstein'dan beri en parlak bilimadamlarını cezbeden bir hayal. Şimdi bunu bulmuş olabileceklerini düşünün. Teori nefes kesici ve çok sıradışı bir sonuca varıyor: Yaşadığımız evren varolan tek evren değil.

Yaklaşık yüz yıldan beri bilim karanlık bir gizemle boğuşuyor: "Bizim algılarımız dışında gizli dünyalar olabilir." Bazı insanlar uzun zamandır böyle dünyaların varolduğunu iddia ediyorlar. 1920'lerden beri fizikçiler, astrofiziğe dayanan birçok soruyu ve olguyu anlamlandırmaya çalışıyorlar.

Tüm evren tek bir teori ile açıklanabilir mi? Paralel evren nedir? 11. boyut nedir? Big Bang olayları devam ediyor mu? Sicim Teorisi nedir? Tüm bu soruların cevabı, birçok fizik profesörünün katıldığı BBC yapımı olan bu belgeselde.

İzlemek İçin Tıklayın
Dünya Güneş’in etrafında döner. Fakat bu hep böyle olmadı. Bir zamanlar Güneş Dünya’nın etrafında dönerdi. Yüzyıllarca bu görüş hakimdi. Aksi keşfedilene dek. Hatta birkaç yüzyıl sonrasında bile. Gösterilen hayli çabadan sonar Dünya Güneş’in etrafında dönmeye başladı. Hıristiyanlık Güneş Sistemi konusunda yanılıyordu. Ya başka konularda da yanılıyorsa? 

Daha gösterime girmeden Amerika’da ve dünyada tartışmalara yol açan ve muhafazakar kesimin tepkisini çeken bir belgesel. İsa nasıl 2 milyar insanın gözünde tanrı haline geldi? Acaba bu insanlar İsa’nın gerçek öğretilerini mi takip ediyor? Yoksa bir takım Hıristiyan gelenekleri başka kültürler ve dinlerden mi alınma? İsa gerçekten var oldu mu? Olduysa tam olarak ne zaman? Onunla ilgili bilgiler günümüze nasıl ulaştı ve bunlar sağlıklı bilgiler mi? Bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı efsane? Bu bağımsız belgeselde İsa’nın hiç yaşamadığı iddiası, günümüz Hristiyanlığı ve Hristiyanlarına eleştiriler ve çocuklara verilen dini eğitimin tehlikeleri gibi konular işleniyor.
Seyrederken lütfen unutmayalım:
Film, gönüllü katkılar ile tamamlanmıştır; bütçesi 0 TL'dir.

Filmin ismi, Nunme Kaskal, Sümer dilinde Akıl Yolu anlamındadır. Konu bütünlüğü, 4500 senelik bir sosyal evrim süreci rehberliğinde, sorgulama alışkanlığının kazanılmasına katkıda bulunacak bilgi ve yaklaşımlar ile oluşturuldu.

Filmin konusu Tanrı'nın varlığı ya da dinlerin nasıl oluştukları ile ilgili değildir. Filmde bahsi geçen Tchaora Köprüsü, dini bilgilerin -nasıl oluşmuş olurlarsa olsunlar- tüm zamanlara ve tüm toplumlara ait olmadığını göstererek, dini bilgilere sorgulanabilir olma özelliği vermektedir."Bilgeliğin evrensel kanununa göre, tüm bilgiler sorgulanmalıdır."
Agnostisizmin ne olduğuyla ilgili geniş çaplı açıklamaya başlamadan evvel kaba taslak bir şeyler söylenmesi gerekiyorsa; agnostisizm, tanrının ya da tanrıların varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öngören bir felsefe akımı olarak değerlendirilebilir.

Agnostisizmin Türkçe karşılığı olarak "bilinmezcilik" ya da "bilinemezcilik" kullanılmakla birlikte agnostisizm terimsel bir ifade olup Thomas Henry Huxley tarafından 19. yüzyılda litaratüre girmiştir. Elbette ilk defa 19. yüzyılda takip edilmeye başlanan bir akım veya metodoloji değildir. Kökeni eski Yunan'daki Sofistlere kadar uzanır. Zaten agnostisizm de Yunanca'daki "agnostos", yani "bilinemez olan" kelimesinden gelmektedir.

Agnostisizm ilk bakışta septisizm ile karıştırılabilir ancak agnostisizm ile septisizm arasındaki temel fark, septisizm insan aklına ve duyularına kuşkuyla yaklaşıyor olmasıdır. Septiklere göre, gerçeklik kavramı sorgulanmalı, maddesel her yapıya veya sosyal her olguya karşı kuşkulu bir bilinemezci tavırla yaklaşılmalıdır. Agnostikler ise, insan aklının alabildiği veya dünyevi olan maddesel nitelik taşıyan, taşımasa da mantıki bir gerçeklik kazanmış ögeler hakkında yorumda bulunmadan, sadece yaratma gücü olan bir tanrının (veya tanrıların) varlığına kuşkuyla yaklaşır. Yani septikler her şeyden kuşku duyarken agnostikler sadece tanrı gibi metafiziksel kavramlara karşı kuşkuculardır denebilir.
Bilim-kurgu edebiyatının önemli ödüllerinden Aventis Ödülünü, The Elegant Universe adlı best-seller romanıyla kazanan Brian Greene, Columbia ve Cornell üniversitelerinde fizik ve matematik profesörü olarak görev yapıyor.

Belgesel haline getirilen kitapta Greene, fizik terimlerini son derece açık ve anlaşılır bir şekilde kullanarak evrenin nasıl işlediğini anlatıyor.

The Elegant Universe, gelmiş geçmiş en ilgi çekici teorilerden birinde yoğunlaşıyor: “Süperbağ Teorisi”.

Bu teoriye göre, evrendeki her olay, felsefi bir prensibin yansıması ve tek bir varlığın tezahürü.

Greene kitabında ve belgeselde, bir lunaparktan bahçe hortumundaki karıncalara kadar herşeyi, modern fiziğin izah edemediği güzel ve tuhaf gerçeklikleri anlatmakta kullanıyor.

İzlemek İçin Tıklayın...
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.

Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.

İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var." diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir.
Hayatın hammaddesi: İnsan DNA'sının mikrokobik resmi
Richard Dawkins, 1976'da yayımlanan "Gen Bencildir" adlı kitabında evrimin itici gücünün genler olduğunu açıkladı. Bencil gen kavramı, bilim dünyasında yanlış anlamalara ve karmaşaya yol açtı. Güçlü, ama yanlış anlaşılmaya yol açabilecek bir metafor. Bencil genler kavramının gelişimini inceliyoruz...

1976 yılında Oxford Üniversitesi'nden genç bir öğretim üyesi, insanların gerçek doğası ile ilgili rahatsız edici iddialar ortaya attı. "Bizler, hayatını sürdürmeye çalışan makineleriz" diyordu, "Gen denilen bencil molekülleri korumaya programlanmış robotlardan farkımız yok."


Son yüzyılın en ünlü bilim kitaplarından birinin önsözünde yer alan bu sarsıcı cümle, yazarını uluslararası üne kavuşturdu. Richard Dawkins, şu sırada Oxford Üniversitesi'nde profesör ve muhtemelen Darwin'in evrim kuramının en etkili savunucusu.

İngiliz uyruklu yazar, evrim kuramcısı ve Oxford Üniversitesi'nde zooloji profesörü olan Richard Dawkins, pek çok popüler bilim kitabı yazmış ve pek çok televizyon programına katılmış tutkulu bir ateizm savunucusu olarak ünlendi.

2006'da yayımladığı ve anında ateizmin resmi yayınlarından birine dönüşen The God Delusion (Tanrı Yanılgısı) adlı kitabında tanrının varlığı ve dinlerin gerekliliği için öne sürülen geleneksel savlara karşı çıkmış ve ateist bir dünya görüşünü savunmuştur.

Root of All Evil? (Tüm Kötülüklerin Kaynağı) belgeselinde ise Dawkins, tek tanrılı dinlerin temsilcileriyle söyleşiler yaparak, öncelikle dünyayı kasıp kavuran terör olaylarının ve savaşların arkasında dinsel inançların bulunduğunu göstermeye çalışıyor. Tek tanrılı dinlerin tüm kötülüklerin kaynağı olup olmadığını sorguladığı belgeselde Dawkins, dinsel bilgiyle bilimsel bilgi arasındaki yaşamsal farklara değiniyor. Ateizm ile dinin karşılaştırmasını yaparak, dinin psikolojik ve toplumsal etkilerinden bahsediyor.

İzlemek İçin Tıklayın...

Politik komedyen Bill Maher ve Seinfeld, Curb Your Enthusiasm gibi dizilerin efsane yaratıcısı Larry Charles birlikte kolları sıvamış ve ortaya uzun zamandır gördüğünüz en komik, en zeki ve en sorgulayıcı belgesel çıkmış. İlahi Komedi'de Maher, Kudüs'ten Vatikan'a, Hollanda'ya ve Salt Lake City'e geçerek karşılaştığı insanlarla Tanrı ve inanç üzerine sohbet ediyor.

Keskin yorumlama kabiliyeti ve sınır tanımayan espri anlayışı ile tanınan Maher bu ilginç ruhani yolculuğa her zamanki açık sözlülüğünü ve kendine özgü mantığını getiriyor. Sorduğu sorular beklenmedik her türlü tepkiyi yaratırken, her biri basit bir soru-cevaptan çıkıp eğlenceli diyaloglar halini alıyor.

İşin başında Maher ve Charles olunca, ortaya konan sosyal eleştiri din adına her türlü şiddet ve hoşgörüsüzlüğün estirildiği bir dünyaya güçlü bir alternatif sunuyor.

Videonun Metni

İnsanlar sık sık bana, "eğer şempanzelerden geldiysek, neden hala şempanzeler var" diye soruyorlar. Aslında şempanzelerden gelmiyoruz. İki tür de 6 milyon yıl önce şu noktada yaşamış olan bir Ortak Ata'dan geliyor. Bu Ortak Ata daha sonra iki dala ayrılıyor; biri biz insanlara, diğeri ise şempanzelere ayrılıyor. Bu dal daha sonra bonobolara ve şempanzelere ayrılıyor. Hepimiz kuzeniz, şempanzeden gelmiyoruz.

Daha uzak akrabalarımız gorillerdir, bizler ve şempanzelerle Ortak Ata'yı paylaşırlar. Bu da gorillerle, insanlar ve şempanzeler arasındaki ortak Ata. Yani insanlar ve şempanzeler gorillerle akraba olan doğal bir gruptur, gorillerin kuzenleridir. Tüm bu hayvanlar Afrikalı insansı maymunlardır. Afrikalı insansı maymunlar; goriller, insanlar, bonobolar ve şempanzelerdir. Tüm Afrikalı insansı maymunlar, orangutanlarla Ortak Ata'ya sahiptirler. Orangutanlarla Ortak Ata buradadır.

Bunların tamamı büyük insansı maymunlardır. Yani büyük insansı maymunların tümü birbirleriyle kuzendir. Büyük insansı maymunlar arasında, Afrikalı insansı maymunlar daha yakın kuzenlerdir. Afrikalı insansı maymunlar arasında ise; insanlar, bonobolar ve şempanzeler daha yakın kuzenlerdir. Bütün bunların arasında ise; bonobolar ve şempanzeler birbirlerine en yakın kuzenlerdir.

Mektubun sahibi, George Carlin (1937 – 2008); 5 Grammy Ödülü kazanmış, ABD’de “100 en büyük TV stand-upçısı” listesinde yer almış bir büyük komedyen, aktör ve yazar. Bu yazı, eşi Brenda’nın kanserden ölmesinden sonra, “Zamanımızın Paradoksu” başlığı ile yazılmıştı.

"Tarih içinde zamanımızın paradoksunu şöyle sıralayabiliriz :

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.

Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilâcımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.

Videonun metni

Tanrı'nın varlığına dair tartışmalar bilindik reklam şarkılarının sözlerine benzer. Şüphesiz akıllı tasarım akla makul gelmese de herkes sözlerini bilir ve bazen birlikte söylemek eğlenceli olur. Ve Thinking Atheist (Düşünen Ateist) en sevilen 10 yaradılışçı argümanı sunar.

1. "Radyo karbon tarihleme ile Dünya'nın yaşı doğru hesaplanamaz."
Kayaların ve fosillerin yaşını belirlemede karbon tarihleme belki de bu nedenle tercih edilen bir yöntem değil, aslında kaya, göktaşı ve fosillerin içerisindeki radyoaktif elementlerin bozunumunu doğru olarak ölçen pek çok radyometrik tarihleme yöntemi bulunmaktadır ve bu yöntemler Dünya Gezegeni'nin yaşını 4.5 milyar yıl olarak güvenle hesaplayabilmektedir.
Ülkemiz yaratılışçıları bir süredir yazılı ve görsel basındaki faaliyetlerini arttırdılar. Yüzlerce milyar liralık reklam ve programlarla, her gün bir yerde boy gösteriyorlar. Şeriatçı gazeteler ise sürekli Darwin’e saldırıyor. Görünen o ki yeni bir kampanya için bir yerlerden düğmeye basılmış. Türkiye’deki yaratılışçı hareket özgün bir oluşum olmayıp, hem para hem de bilgi desteği açısından dışa bağımlı, diğer bir ifadeyle taşeron bir akım olduğundan, düğmenin bulunduğu yerin ABD’deki Hıristiyan Yaratılış Araştırma Enstitüsü olması yüksek ihtimal.

Burada bunlar olurken, Ağustos’un ilk günlerinde ABD’de bu konuyla ilgili dikkat çekici bir gelişme daha meydana geldi. Basından öğrendiğimize göre, Teksas’lı bir grup gazeteci ile yaptığı toplantıda oğul Bush, okullarda evrim kuramıyla birlikte dinsel kökenli “akıllı tasarım” görüşünün de öğretilmesinden yana olduğunu söylemiş. Gerekçesi de öğrencilerin farklı görüşlerle karşılaşmasının iyi olacağıymış!

Kim bilir belki zamanla “farklı görüşler” kervanına astroloji, falcılık, muskacılık vs. de katılır. Şaka bir yana aslında böyle büyük bir para ve silah gücünün başında bu kafada insanların bulunması gerçekten ürkütücü. Son duyduğumuz haber ise bizim yaratılışçıların, aynı ABD’nin bazı tutucu eyaletlerinde olduğu gibi, ülkemizin orta dereceli okullarında da evrim ile yaratılışın eşit sürelerde okutulması yönünde bir kampanya başlatma niyetinde oldukları. Gelişmeler önümüzdeki günlerde bu konuların gündemde daha fazla yer alacağını gösterir nitelikte.



Artık onları kontrol edecek çoban köpeğine ihtiyaç duymayan koyun sürüsü, normalin dışına çıkanları sürüden dışlayarak birbirlerini kontrol eder. Bu eğilim, değişimi engeller ve var olan düzeni sürdürür. Kimlik sahibi olma, rahatlık, güç ve çıkar uğruna, bu düzeni korumak ve değişime direnmek savunulamayacak bir durumdur ve sadece dengesizlik, bölünme, çarpıklık, ve her durumda, tahribat yaratacaktır.

İslam, Hıristiyanlık, Musevilik, Hinduizm ve diğer bütün mevcut dinler, kişisel ve toplumsal gelişimin önündeki engellerdir. Her bir dini grup kendi kapalı dünyasını yaratır ve bu kıt anlayış, her an yenilenen bir evrene uyum sağlayamaz. Dinler, inananların psikolojik bozulmalarını bu gerçeğin farkındalığını engelleyerek sağlamakta başarılı olmuştur. Geleneksel köhne inanışlar adına mantık ve yeni bilgilerin reddedilmesine yol açarlar.
On Emir'e itirazım var.

Şöyle ki: Neden On?

Onuna birden gerek yok. Bence emirler listesi, on emir elde edebilmek için kasten ve suni olarak şişirilmiş. Bu liste bariz olarak “vatkalı” bir liste. Bakın şöyle oldu:

Beş bin yıl kadar önce bir grup dinci sahtekar toplanıp insanları hizaya sokup kontrol altında tutmanın bir yolunu buldu. İnsanların esasen salak olduklarını ve kendilerine söylenen her şeye inanacaklarını biliyorlardı. Böylece bu adamlar Tanrı'nın, bizzat Tanrı'nın, herkes tarafından dikkate alınıp uygulanmasını istediği bir listeyi kendilerine verdiğini duyurdular. Her şey bir dağın tepesinde, etrafta hiç kimsecikler yokken olup bitmişti, dolayısıyla başka gören de yoktu.

Peki size bir şey soracağım: Bu adamlar bir çadır içerisinde oturmuş bütün bunları uydururken neden 10 sayısını tercih ettiler? Neden on? Neden dokuz ya da on bir değil? Nedenini de izah edeyim: Çünkü on kulağa önemli gibi geliyor. On kulağa resmi geliyor. Eğer on bir deselerdi insanların onları ciddiye almayacağını biliyorlardı: “Ne? On bir emir mi? Siktir git lan. Sen dalga mı geçiyorsun benimle”?
Bu ülkede duyduğumuz tek şey sahip olduğumuz farklar. Bütün medyanın ve tüm politikacıların sürekli bahsettikleri şey bu. Bizi birbirimizden ayıran, birbirimizden farklı kılan şeylerden bahsediyorlar. Egemen sınıf işlerini her toplumda bu şekilde yürütür. Kendi sınıflarından olmayan insanları bölerler. Orta ve alt gelir grubunun sürekli birbirleriyle kavga etmesini sağlarlar ki onlar, yani zengin sınıf, ülkedeki tüm parayı yönetebilsin. Çok basit bir mantığı olmakla birlikte, çok etkili bir yöntem. Görüyorsunuz, farklı olan ne varsa, ondan bahsediyorlar: ırk, din, etnik ve milli köken, meslekler, gelir, eğitim, sosyal statü, cinsel tercihler, bizim üzerinde ihtilafa düşüp kavgaya tutuşacağımız her ne varsa ondan konuşuyorlar ki onlar o arada bankaya gitmeyi sürdürebilsin...

Ben bu ülkedeki ekonomik ve sosyal sınıfları nasıl tanımlıyorum biliyor musunuz? Üst sınıf tüm parayı kendine saklar, hiç vergi ödemez. Orta sınıf tüm vergiyi öder, tüm işi yapar. Fakirlerse sadece orta sınıfı korkutmak için vardır. Orta sınıfın işe devamını sağlamak için...

George Carlin’in 1992 yılında yaptığı Jammin’ in New York isimli gösterisinden alınmıştır.